YAS TUTMA HAKKI ENGELLENİRSE

Yas tutmak niçin önemli?
Zeynep ve Ozan vesilesiyle Başka canımız yok topluluğunda psikiyatristler ve psikologlar etkin biçimde rol almaktalar. Bu toplantının düzenlenmesinde de psikiyatrist Gamze Özçürümez Bilgili’nin çok önemli katkıları oldu. Ona ve Başkent üniversitesine tüm topluluk adına teşekkürlerimi sunarım. Bu felaket sonrasında hızla organize olduk. Hukuki süreci takip etmek ve kamuoyu oluşturmak öncelikli amaçlarımız ama bugünkü program gibi bu felaketin hukuki ve sosyal yönlerinin yanında ruhsal yönlerine eğilmeyi de önemsiyoruz.
Psikiyatrist ve psikologlardan oluşan, tüm Türkiye’den geniş bir ekibimiz var. Yakınlarını kaybedenlerden ya da felaketten kurtulanlardan ruhsal destek almak isteyen olursa bu ihtiyacı karşılıyoruz.
Ben bugün hem genelde hem de bu olay özelinde yas tutma yetisinin öneminden söz edeceğim.
Psikiyatristler olarak yas tutmayı sağlıklı olmanın bir koşulu olarak görürüz. Bir kişi bize geldiğinde yas tutma yetisi yoksa bunu kazandırmaya eğer yas tutma yetisi varsa ama engellenmişse bunun önündeki engelleri kaldırmaya çalışırız. Yalnızca çocuklarda ve ergenlerde yas tutmamayı normal görebiliriz. Önemli kayıplarının yasını tutabilmeleri için büyümelerini bekleriz. İnsanın içinde, hazır olduğunu fark eden ve hazır olduğunda onu yas tutmaya başlatan bir düzenek vardır.
Yas tutabilme yetisi, çocuğun ruhsal gelişimiyle kazandığı ve ailesinde öğrenip geliştirdiği bir yetidir. Her insanda vardır ama konuşmayı ya da yürümeyi öğrenmek gibi, ortaya çıkabilmesi için öğrenilmesi de gerekir. Genelde aileler çocukları büyürken çeşitli ayrılma ve kayıp durumları aracılığı ile çocuklarına yas tutmayı öğretirler. Çocuğun; anaokuluna başlaması, arkadaşının evinde kalması, kampa gitmesi, ilkokulu bitirmesi gibi durumlar onu ufak ayrılıklar ve yaslar ile tanıştırır. Ailenin bu geçiş dönemlerinde ayrılığa karşı sergilediği tutum ve tavırlar çocuğun gelişimini belirler.
Bir kişi herhangi bir psikolojik sorunu için bana başvurduğunda onun böyle dönemlerde neler yaşamış olduğunu araştırır, ayrılık ve kayba verdiği tepkileri değerlendiririm. Bu değerlendirme hem kişiyi tanımamı hem de onun ruh sağılığı düzeyini belirlememi sağlar. Psikiyatrist olarak yas tutamayan bir kişi ile karşılaşırsam kaybettiği kişiden niçin ayrılamadığını daha çok araştırırım. Kaybının acısının ve duygularının yoğunluğuna bakarım. Bazen yoğun duygular yası engelleyebilir. Bir kaybın öncesinde daha büyük ya da yası tutulamamış başka bir kayıp varsa da yas tutmak zorlaşır. Bazen kişi yaşadığı kayıp ile birlikte tamamen kendini kaybetmekten ya da kaybolmaktan korkabilir. Bazen de kayıp, ruhsal açıdan kişiyi tamamen çökertebilir. Hemen hemen her kayıp suçluluk hissettirdiğinden suçluluğun şiddeti de önemlidir.
Kayıpların yaşandığı anlar ve az önce belirttiğim etkenler ruhsal yapıda ciddi bir baskı oluşturur. Yas tutmak ruhsal sağlık ile ilgili olduğu için psikiyatristler 100 yıldan uzun bir süredir yas tutamamanın nedenlerini ve sonuçlarını araştırmaktadır. Elde ettikleri verileri de bu durumun tedavisini belirlemekte kullanmaktadırlar.
Bunların beraberinde yas tutamamak ruhsal hastalıklar yaratabilir. Bağımlı ilişkiler ve tüm bağımlılıklar, kişilik bozuklukları, ayrılık kaygıları temelinde ortaya çıkan kaygı bozuklukları, depresyon, içe kapanıklık, sosyal kaygılar gibi ruhsal hastalıklarda ayrışamama ve yas tutamama önemli bir hastalandırıcı etkendir.
Yas tutmak neden bir hak?
Bu nedenlerle, yani hem sağlıklı ruhsal gelişim için gerekli hem de olmadığında bireyi hastalandırıcı olduğu için yas tutmak bir insan hakkıdır, ruhsal bir ihtiyaçtır. Bu hakka kişinin yaşadığı topluluk genellikle saygı gösterir ve yasın yaşanması için gerekli ortamı sağlamaya çalışır. Yas tutma hakkı engellendiğinde toplum hızla yanıt verir. Bir cenazenin engellenmesi, bir topluluğun yas tutma geleneklerine izin verilmemesi ciddi tepkiler yaratabilir.
Yas tutmanın engellenmesi kısa dönemde hızlı bir tepki ortaya çıkartsa da uzun dönemde durum farklıdır. Uzun dönemde yas tutma, yetim kalmış bir ihtiyaçtır günümüzde. Kolaylıkla kişinin kendisine ve yaşam seyrinin kaderine bırakılır. Kolaylıkla “yas tutmasam da olur, ne olacak ki?” denir. Kayıp yaşamak acı veren bir konu olduğu için ilk tepkilerin ardından üstünün kapatılmasıyla sık karşılaşılır. Yaşamın canlılığı da kişiyi içine çeker, yakasını bırakmaz.
Bu yüzden yas tutma hakkını savunacak dört grup insana iş düşüyor: sağduyulu toplum önderlerine, hukukçulara, psikiyatristlere ve kayıplarına saygı ve hürmet göstermek isteyenlere. Bu dört gruptan üyeler bu salonda toplanmış durumda. Maalesef Grand Kartal Otel Faciası bu grupların her birinden üyeleri etkileyerek bir araya getirdi.
Yas tutma hakkı nasıl engellenir?
Yas genellikle çatışma zamanlarında doğrudan engellenir. Bir devletin İktidarındaki güç; Latin Amerika ülkelerinde, Nazi Almanya’sında, eski Romanya’da ya da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinde olduğu gibi bazı muhalifleri sindirmek ve yok etmek istediğinde ölen kişileri yok edebilmiş ve yakınlarının yas tutmasını engellemiştir. Suriye’de olduğu gibi eğer bir iç savaş varsa da kayıplar anılamaz. Bu örneklerin hepsinde iktidarla halk grupları arasında bir çatışma ya da savaş mevcuttur ve buradan şu sonuca gelebiliriz ki yas tutmak için çatışmasız bir ortam ve toplumsal barışın olması gereklidir.
Kayıp yaşayan kişinin sosyal çevresine gelirsem. Sosyal çevre, özellikle kayıptan sonraki ilk zamanlarda engelleyici olabilir. Her insanın ölümle ve ölümden sonrasıyla ilgili bir düşüncesi, inanışı ya da düşlemi vardır. Aynı dine inananlar arasında bile ciddi farklılıklar görülür. Bu farklılıklar ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliği ve korkusu kayıp yaşayan kişilere müdahale etmesine neden olur. Sosyal çevre; “ağlama, güçlü ol” gibi tavsiyelerin yanında her türlü inanışa ait öneriler verebilir. Bireyin kendi yası için bir alan açamaması gibi bazı topluluklar da üyelerinin yası için bir alan açamayabilirler. Özellikle de o topluluğun önde gelen üyeleri yas tutmaktan kaçınıyorsa.
Burada kişi için bağlayıcı olan bir nokta, yas sürecinin tek başına yaşanamayışıdır. Zaten bu nedenle her topluluğun ölüm ile ilgili gelenekleri vardır ve en ilkel topluluklarda bile insanlar bir kayıp anında bir araya gelirler. Gelenekler, yas tutmak için bir biçim belirler. Bir geçmişi olan toplumlar, insanın kendisinin ve ait olduğu topluluğun doğasına uygun yas tutma yolları belirlerler. Gelenekler, kişinin dağılıp kendini kaybetmemesini sağlayan bir ana hat oluştursalar da yasın içeriği ve derinlerde yaşananlar kişiye ve aileye özgüdür.
Sosyal çevredeki insanlardan daha önemli bir grup aile ve yakın arkadaşlardır. Aile, kalıcılaşmış bağlarıyla, yakın arkadaşlar benzer yaşantılara sahip olmanın yakınlığı ile etki yaratırlar. Eskilere ait, süreğen bağlar taşıdıklarından bu etkiler güçlüdür.
Yakın çevre, kayıp yaşayan kişiye uygun bir destek verebilir ve süreç içinde yeterince iyi bir eşlikçi olabilir. Bazı durumlarda yakın çevre; sert, eleştirel, talepkâr, tutarsız, kolay bozulabilen ya da dağılan bir yapı da gösterebilir. Bu durumlarda yas tutan kişiler bu çevreye uyum sağlamak durumunda kalırlar ve yas tutma hakları, onlar pek fark edemeden engellenir.
Adaletsiz bir topluluk, kaybını bir suç yüzünden yaşamış olan kişi için sert ve zalimdir. İşlenen suç için hakkını aramamasını bekleyecek kadar talepkârdır. Adalet sağlama iddiasına karşı tutarsızdır. Düzeni sağlayamayacağını gösterdiği için kolay bozulabilir ve dağıtılabilir bir görünüm verir, güvensizlik yaratır. Tüm bunları Grand Kartal Otel Faciası’nda yakınlarını kaybedenler açısından yorumlayabiliriz ama aslında bunlar yas hakkı kadar yaşam hakkının da engellendiğini ve tehlikede olduğunu açıkça göstermektedir.
Erişkin kişi yaşarken dışındaki dünyaya, çocuk ve ergen ise ailesinin yaşamına uyum sağlamak durumundadır. Sağlıklı gelişimde ve sağlıklı insanlar bu uyumu kendilerini kaybetmeden sağlarlar. Maalesef yas tutan kişi için iki yönlü zor bir görev vardır: hem dış dünyaya hem de kaybın yokluğuna uyum sağlamak. Zaten zor olan bu iş, adalet arayışı ile iyice zorlaşmaktadır.
Bireysel açıdan bakarsak kişinin ruhsal düzeyi daha önce söz ettiğim gibi yas tutmayı engelleyebilir. Bu felakette herkes çok sevdiği kişileri, hiç beklemedikleri bir anda hiç akıllara gelmeyecek bir yerde, akıllara gelemeyecek bir felaketle kaybetti. Benzersiz ve olağandışı bir kayıp tüm ülkeyi şok etti. Yaşanan acı ve öfke çok yoğun, dile getirilmesi, akılla anlaşılması çok zor.
"Gidenlerin Ardından" Duygusal Paylaşım Grupları
Bu zorluğu bildiğimiz için felaketten sonra Başka Canımız Yok Topluluğundan çocuk ve ergen psikiyatristleri Alper Bayrak ve Oytun Hastürk, klinik psikolog Birgül Aydın, ben ve Zeynep Kotan online bir duygusal paylaşım grubu açtık. Şubat ayından beri her ayın ikinci haftası toplanan gruptaki süreçten söz etmek istiyorum çünkü yas sürecindeki engelleri ve nasıl aşıldığını gösteriyor.
İlk oturumumuz oldukça kalabalıktı. Grup üyeleri temas kurma ve bir arada olma ihtiyaçlarını dile getirerek başladılar. Felaketin ağırlığı, ne konuşulacağını bilememe olarak kendini gösteriyordu. Yaşamda kalanların yaşadığı utanç, suçluluk ve vicdan azabı da susturucu bir etki yaratıyordu. Ömür’ün bir arkadaşı ve anne-babası kendilerini zorlayarak konuşmaya başladılar. Zeynep’in onları kucaklaması o oturumun en etkileyici anıydı.
Kaybettiğimiz çocuklardan birisinin okulundan bir psikolojik danışman, okuldaki sesiz ve ağır havadan söz etti. Geride kalan katılımcılarda, normal yaşama dönememe ve uyuyamama sorunları yaşanıyordu. Gecenin bir yarısında yakınlarını kaybedenler için uyumak zorlaşmıştı. Alper ve Oytun çocuk ve ergenlerin nasıl yas tuttuğunu ve onlarla nasıl konuşulmasının uygun olacağını anlattılar çünkü bu da ayrı bir zorluktu.
İlk oturumda arkadaş kayıpları paylaşılmışken ikinci oturumda çoklu çocuk ve kardeş kayıpları geldi. Yine katılımcılar kayıplarının travması yüzünden nasıl yaşayacaklarını bilemediklerini anlattılar. İki katılımcı kendilerini yürümeye verdiklerini, ancak kendilerini yorarak uyuyabildiklerini anlattı. Bu ağır travmanın şok edici, dağıtıcı, yaşamdan kopartıcı ya da yaşamdan vazgeçirici etkileri yalnızca insanın yasını tutmasını değil yaşamasını da engellemekteydi. Yaşamın kontrolünü kaybettiğini, yaşamın anlamsızlaştığını hissedenler vardı. Bu oturumda dağılma hissedenleri grup topladı, kopup gidecek gibi olanları tuttu. Yaşamda savrulduğunu hissettiğini ve hiçbir yakını kalmamış gibi geldiğini belirterek başlayan kişi, grubun varlığının güç verdiğini dile getirerek sözlerini tamamladı. Yaşamda hiç kimsesinin kalmadığını hisseden bir katılımcı yalnızlığa düşmüş bir başka katılımcıyı sahiplendi, evlat edindi. Toplantı sırasında dağılma endişelerim daha çok birlik olma çağrıları yapmama neden oldu.
Bu toplantıda söz alan her kişi ne kadar acı yaşadığını anlattı. Bu felaketin yarattığı yoğun acı kaybı kabullenmeyi ve yasa geçişi engellemekteydi. Yine de acının, bir grup içinde söze dökülmesi gerekiyordu.
Üçüncü toplantımıza kayıt yaptıran 137 kişi varken toplantıya gelen 20 kişi olmuştu. Bunu, insanların yaşadığı ikirciklilik olarak yorumladım. Bu konuya yaklaşmak kolay değildi. İnsanlar bunu hem istiyor hem de bundan kaçınıyordu. Kaybın yarasına dokunmak ile dokunmamak arasında gidip geliniyordu. Bu, hem yasta hem travmalarda sık gördüğümüz bir durumdu. Oturumda katılımcılar şüphelerini dile getirdiler. Bazı bilgilerin onlardan saklandığını hissediyorlardı. Bir katılımcı unutkanlığını konuşmak konusunda ısrarcı davrandı. O sırada ona söylemesem de, hiçbir şeyi unutmamak istediğini düşünmüştüm. Daha sonra oturumun büyük kısmında, kaybedilenlerin unutulmaması için neler yapılabileceği konuşuldu, okullara yardım edilmesi, bir dernek kurulması, anı ormanı oluşturulması, bir müze kurmak, resim sergisi açmak, şarkı bestelemek, anıt yapmak gibi düşünceler tartışıldı. Bu düşünceler grubu harekete geçirdi ve canlandırdı, yaraları onaracak yollar arandı.
Dördüncü oturumda katılımcılar yaslarına biraz daha yaklaşmışlardı. Kaybettikleri değerli insanların eşyalarından söz ettiler ve bunları anımsattıkları anıları anlattılar. Sevdiklerinden kalan oda, mezar ya da is kokusu herkeste farklı bir etki yaratıyordu. Kimisi kaybettiğiyle bir bağlantı kuruyormuş gibi hissediyor kimisinin canı acıyor, huzursuzlanıyor, zorlanıyordu. Bu deneyimler uzun uzun konuşuldu.
Bu oturumda eşyalara sinen is kokusunun zehrinden söz edildiğinde bu felaketin insanın ruhunu zehirleyen ve öldüren etkileri de çalışıldı.
Yas, bir yönüyle kaybedilen kişinin hatırasına saygı duymaktır. İnstagram sayfamıza bakarsanız kayıplarımızı anmak için ne kadar çok şey yapıldığını görürsünüz. Bunları olabildiğince paylaşmaya çalışıyoruz. Dördüncü oturumda kaybedilenlerin anısına yapılan güzel etkinliklerden, aile üyelerinin, arkadaşların ve okulların yaptıklarından söz edildi. Maalesef kaybedilenlerden kalanlara saygı gösterilmediği, eşyalarına zarar verildiği de anlatıldı. Bu hassas konuda insanın kontrol edemediği birçok şey olması, en değer verdiği kişilerin zarar görmüş olması çok üzücüydü. İnsan nezaket beklerken hoyratlıkla karşılaşması öfke yaratmıştı. Zaten facianın kendisi insana yapılan bir saygısızlık ve hoyratlıktı.
Oturumun sonunda Zeynep, daha önceden bu grubu bir arada tutanın aynı travmayı ya da aynı acıyı yaşamak olduğunu düşünürken artık bir arada tutan asıl gücün sevgi olduğunu dile getirdi. Kaybedilenlere duyulan sevgi çok güçlüydü. Birgül, onların anısını yaşatabilme ve işlenen suçun cezasının verilebilme umudunun da birleştirici olduğunu ekledi.
Son oturumumuz bir saat kırkbeş dakika sürdü. Tüm gündemi 7 temmuzdaki dava işgal etti. Bunun dışında bir konuya odaklamak mümkün olmadı. Dava yaklaşırken öfke, kızgınlık ve gerginlik artmaktaydı. Adalet yerini bulana kadar yas tutmak mümkün değildi.
Sıradan bir yasta bile suçluluk merkezi bir rol oynar. İnsan kayıptan önce yapabileceklerini ve yapamadıklarını defalarca düşünür, suçluluk duyar, vicdan azabı çeker. Eğer bu suçluluk ruhsal açıdan işlenemezse ve insanın içinde kalırsa insanı tüketir. Bu yangın felaketi açısından kayıp yakınlarının yapabilecekleri ve yapılması gerekenler üzerine ne kadar çok düşündüklerini tahmin etmek zor değil. Nitekim bu oturumda bir katılımcı keşke çocuğumu yollamasaydım dedi. Sanki yaşananlar onun suçuymuş gibi. grup bunu kabul etmedi hemen reddetti ve doğru olanı yaptığı konusunda onun yanında yer aldı.
Yas tutma hakkı engellenirse olacaklar?
Genç bir kadın, beklenmedik bir zamanda kocasını kalp krizinden kaybederse çok üzülür. Yas tutamazsa yaşamına bir biçimde devam etse dahi ruhsal açıdan sakat kalır. Böyle bir durum kişisel bir çökkünlük olur ve en fazla bu kadının yakınlarını etkiler.
Grand Kartal Otel Yangını gibi travmatik ve çok ölümlü bir olayda ise durum toplumsal bir mesele olmuştur. Toplumsal bütünlüğe zarar vermesi açısından önem verilmeli ve titizlikle takip edilmelidir. Travmatize olmuş, çocuğunu, eşini, kardeşini ya da ebeveynini kaybetmiş bir kişinin sadece travması değil gücü de görmezden gelinmemelidir.
Ben bir psikanalistim ve biz psikanalistler sert görülen terapi kurallarıyla çalışırız: hastamızla sadece muayene odasında, sadece belirlenen seans zamanında, haftada en az üç kez görüşür, hastanın bizimle ilgili hiçbir kişisel bilgi edinmemesine ve onunla kişisel bir paylaşıma girmemeye dikkat ederiz. Bu sertliğin nedenlerinden birisi analiz sırasında kişi iç dünyasına dalıp bilinçdışına yakınlaşınca ortaya çıkan büyük güçtür. Bu öyle bir enerjidir ki her türlü kuralı, ortamı, ilişkiyi kolaylıkla yıkabilir.
Benzer bir gücü yangın faciasında sevdiklerini kaybedenlerde görüyorum. Mesleki deneyimim sırasında travma yaşamış kişilerle çok çalıştım. 6 Şubat Depreminden sonra depremzedelerle ve onlarla çalışanlarla çalıştım. Son beş aydır Başka Canımız Yok Topluluğu ile, Zeynep ve Ozan’ın ve diğer kayıp yaşayanların yanındayım. Bu süreç bana şunu gösterdi ki bu büyük acıları yaşayanların çok etkili ve sarsıcı bir güçleri var. Yaşadıkları acının verdiği enerjiyi bazen gözlerimle görüyorum bazen kulaklarımla duyuyorum bazen kalbimle hissediyorum. Bu enerji ile eğer isterlerse çok yıkıcı olabilirler. Adalet sağlanmaz ve onların yas tutmaları engellenirse bu enerji sadece onlara değil toplumumuza da zarar verecek.
Umarım her şey hem yakınlarını kaybedenler hem de ulusumuz için en iyi şekilde ilerler.