ANAVATANINA SÜRGÜN
Bursa’da bir dönem muayenehanem eski bir mahalledeydi. Muayenehanemin bulunduğu yamacın yukarısında bir padişahın mezarı vardı, 1. Murat’ın. 1. Murat Balkanları Osmanlı topraklarına katan padişah. Balkanları fethederken şehit düşmüş. Kosova’daki savaş bitene kadar öldürüldüğü gizli tutulduğu için o sırada iç organları çıkartılarak otağına gömülmüş ve ardından naaşı Bursa’ya defnedilmiş. Yani içi Balkanlarda, dışı Anadolu’da yatan, iki mezarlı bir padişah. Balkanları Türk topraklarına katan padişahın kaderi ile oradan gelen bazı göçmenlerin kaderi arasında benzerlikler vardır. Onların da bir parçaları orada kalmış bir parçaları Anadolu’ya gelmiştir.
Bugün sizlere üç küçük kızın göç hikayesinden, anlattıklarından ve onlarda gözlemlediklerimden yola çıkarak aileleriyle anavatanlarına sürgün edilenlerin, çocuklukları Balkanlarda ergenlikleri Anadolu’da geçenlerin yaşadıklarının bazı yönlerini ortaya koymaya çalışacağım.
Benim, erişkin birer kadın olarak gördüğüm bu üç kız çocuğu 7 yaşlarındayken Balkanlardan Türkiye’ye gelmişlerdi. Üçünün de geliş nedeni, ailelerinin artık Balkanlarda yaşayamayacaklarını, kızlarının orada eğitim alamayacaklarını, evlenemeyeceklerini hissetmeleriydi. İkisi aileleriyle kalıcı olarak göç etmişler, bir tanesinin ailesi Balkanlarda kalmayı sürdürmüş, babası oradaki işini bırakamamıştı. İkisinin ailesi artık orada yaşayamayacaklarını düşünerek göç etme kararını almışlar, bir tanesinin ailesi bu tehdidi daha yakından ve doğrudan yaşamış, ülkeden kovulmuştu. Üç aile de doğrudan da dolaylı da olsa azınlık olmaları nedeniyle artık o topraklarda istenmedikleri için göç etmişlerdi. Bu konuşmada, üzerinde duracağım garip-absürt bir sürgün öyküsü. Sürüldükleri topraklar, hep gitmek istedikleri anavatanları olsa da, bu üç olgu, anavatanında yerli olamamanın, göçmen-muhacir olarak tanınmanın, yerleşememenin sıkıntılarını yaşıyorlardı. Onların asıl anavatanları, çocukluklarının geçtiği topraklardı belki ama o topraklarda kabul görmemişlerdi ve orada çocukluklarını geçirirken başka bir anavatanın öykülerini dinlemişler, düşünü kurmuşlardı. Aslında ne doğdukları vatanlarında ne de sonradan kavuştukları anavatanlarında yerli olma hakkını hiç elde edemediklerini hissetmişlerdi.
I. OLGU:
Meltem’in ailesi can güvenliklerinin kalmadığını hissedince Türkiye’ye taşınmışlardı. Ama babası işini bırakamamış Balkanlarda yaşamaya devam etmişti. Daha sonra annesi Balkanlara dönen, yanına babaannesi gelen Meltem, Türkiye’de başladığı eğitim yaşamını Türkiye’de, ailesinden ayrı olarak bitirmişti. Doğduğu ülkede Türkler üniversiteye alınmadığı için Türkiye’ye gelmiş ama burada eğitim görürken oranın dilini kullanamaz olmuş, sonra da dönüp orada çalışmayı düşünmemişti. Bana ilk geldiğinde depresifti, mutsuzdu, kendini “hüzünlü bir rüya görmüş gibi” hissediyordu. Yalnızlık duyuyor, kendini cezalandırmak, etrafa saldırmak istiyordu.
Okul yaşamında çok başarılı olan Meltem, üniversitede çok yorulmuş ve üniversitenin ardından evlendiği eşinin ailesinin yakınlık istekleri ve müdahaleleriyle tükenmişti. Ergenliğinde ve gençliğinde bir istek dile getirememiş, ailesi üzülmesin diye onların isteklerini yaşamıştı. Yaz tatillerini ailesinin yanında geçiren Meltem, okul bitip onların yanına döndüğünde doğduğu topraklara yabancılaştığını hissetmiş, ailesi de bu farklılaşmayı hissederek “neye dönüştüğünü, neden değiştiğini” sorgulamıştı. Meltem içinse “cennet cehenneme dönüşmüş, ailesi çok başkalaşmıştı”. Onların yanına giderken umutla gidiyor ama bir hafta sonra orada sürekli yaşama arzusu kalmıyordu. Doğduğu topraklarda değil de anavatanda yaşamını sürdüreceğini söylediğinde ailesine yüz çevirdiğini hissetmiş, üzülmüştü. Yaşamı boyunca ailesine sırtını dayayamamış, onlar bu ihtiyacına karşılık vermemiş, yükünü hafifletmemiş, arttırmıştı. Annesi kızgınlıkla “Biz bunlara senin için katlandık. Eğer Türkiye’de değil de yanımızda olsaydın bana yardım ederdin. Kocana tutuldun orada kaldın. Kendin için istemiyorsan bizim için dön.” diyerek, suçluluğuna suçluluk, üzüntüsüne üzüntü katıyordu. Doğduğu topraklara da anavatanın topraklarına da yabancıydı. Burada hissettiği yalnızlık yüzünden bazen ailesinin kaldığı topraklar daha güvenli geliyordu. Ama hep aradaymış, burada kalmayacak bir yere gidecekmiş hissi vardı. Ailesi ve eşi tarafından anlaşılmama, onlara ulaşamama, kaybolmuş hissetme duyguları yoğundu. Kendisini dışarıda bırakılmış, değersiz ve önemsiz bir öteki olarak görüyordu. İyi evlat, iyi eş veya iyi gelin olamıyordu.
Winnicott’un, gerçek kendiliğin ortaya çıkması için önkoşul olarak belirlediği annenin çocuğa kendini adaması, burada çocuğun aileye kendini adamasına dönüşmüştü. Böyle olunca geçmiş, gerçek bir yaşam, kişinin kendine ait bir yaşam gibi değil, hüzünlü bir rüya gibi anımsanıyordu. Zorluklarla mücadele eden ebeveynler, çocukları için iyilik yapıyorlardı ama bu iyiliklerin sadistik bir yönü vardı ve bu durum çocukta dışarıda bırakılmış bir “öteki” olarak kendini hissettiriyordu. Kendi arzuları değil de ailenin arzularının doyumu ile Meltem’in yaşamı üniversite sonuna kadar sürebilmiş, nefesi bu aşamada tükenmişti. Bir şekilde Meltem’in arzuları, istekleri bıraktırılmış, dirençleri, “Biz sana fedakârlık yaptık.” söylemi ile sadistik bir biçimde aşılmıştı. Sonunda o da saldırganlık duymaya başlamış, artık ailesi için bir şey yapmak istememe, hatta hiçbir şey yapmama ile, ailesini cezalandırmak istemeye dönüşmüştü. Ailesi ile kendi yaşamı, doğduğu topraklar ile anavatanı arasında kalan Meltem’in yaratıcılığı da tükenmişti. İtaat etmiş, boyun eğmiş, uyum sağlamıştı ama ilişkileri sürdürme, karşı tarafa, taşıyamayan anneye uyum sağlama adına yaşanan “sahtelikler” artık katlanılamayacak bir noktaya gelmişti.
Meltem havadaydı, iki tarafa da kök salamıyordu. Denizin üzerinden bir Balkanlara bir Anadolu’ya esip duruyor, her iki tarafa bir diğerinin kokusunu taşıyordu.
II. OLGU
Ülkesinin yönetiminin komünizme dönüşmesi ile birlikte, Yağmur’un ailesinin toprakları ellerinden alınmış ve asimile edildiklerini düşünmeye başlamışlardı. Kızlarının Hıristiyan erkeklerle evlenmesini istemeyen baba, en sonunda Türkiye’ye dönenlere katılmaya karar vermiş, ailesini alıp Türkiye’ye gelmişti. Yağmur, Balkanlardan Türkiye’ye geldiğinde ilkokula başlamış, bitirdikten sonra bir çocuk işçi olarak işe girmiş ve yaşamının amacı ailesine destek olmak, onlarla bağını hiç koparmamak olmuştu. Yağmur, diğer iki hastanın aksine göçten hemen hemen hiç bahsetmiyordu. Ama yaşamında, göç etmiş olmanın etkileri hala gözlemlenebiliyordu. Her yıl yazlık ve kışlık evi arasında göç ediyor, göç ederken yanına mutlaka yaşamsal eşyalarını, yiyeceklerini alıyor, sanki bir ülkeden diğerine göç ediyordu. Her an bir yere gidecekmiş gibi evde eşyalarını çantalarda saklıyordu. Yerleşik bir yaşam sürse de evine tam yerleşemiyor, evinin düzenini ve eşyalarının yerini sık sık değiştiriyordu. Hatta o kadar ileri gidebiliyordu ki zaman zaman evinin duvarlarını ve odaların yerlerini de yeniden düzenliyordu.
Kız kardeşleri ile arasında çok sıkı ve canlı bir bağ vardı, iletişimleri kesilmezdi. Kardeşleri ile bir bedenin parçaları gibilerdi. O, bu bedenin çalışan ve iş gören parçasıydı. Yapılacak işleri hemen üstlenir, tükenircesine çalışırdı. Tüm çabaları ailesi içindi, ailesi yaşamalı, ayakta kalabilmeli, yeni anavatana tutunabilmeliydi. Sanki Türkiye’ye ilk gelinen yıllardaki, o zor zamanlarındaki ailesel birliktelik hep sürdürülüyordu. Annesi de onun gibi çalışkan bir kadındı. Annesi de tüm yaşamını çocuklarına adamış, yaşamını yalnızca onların bakımı ile geçirmişti. Annesi ölene kadar büyüdüğü köyü ve orayı özlediğini anlatmış, o toprakların dilini hiç bırakmamıştı. Yağmur’un babası bir kez doğduğu vatanına gitmiş olsa da Yağmur oralara gitmeyi hiç düşünmemişti.
Yağmur, doğduğu toprakları bırakıp yeni vatanında yerlileşemediği gibi, kardeşlerini bırakıp yeni kurduğu aileyle de bütünleşmiyor, hep kocasıyla çatışıp ondan ayrılmayı düşünüyordu.
Yağmur, göçün etkileriyle daha iyi mücadele etmiş, olumsuz duygularını daha etkin bir biçimde bastırmış ve yüceltmiş, yeni anavatanının, yaşadığı toprakların bir parçası olmuştu. Çocuklarına göçmenlikle ilgili özellikle aktardığı, yeme alışkanlıklarından başka bir şey olmamıştı. Göçmen kendiliğini ve ayrılma-yerleşme sorunları bilinçdışı olarak aktarılmıştı. Göç ile ayrılma ve yerleşme ile ilgili sorunlar oldukça bilinçdışında tutuluyor ama depresiflik ve hiperaktivite yaşamına renk veriyordu.
III. OLGU
Yağmur, anavatanın topraklarına yağmıştı. Ama Çisil, çisil çisil yağan yağmur gibi onu bu topraklara getiren bulutlardan ayrılmak istemiyor, işi ağırdan alıyor, yağmamak için direniyordu.
Onun için yaşadıklarının tanıdık olması ve tanıdık olsa bile deneyimlerin içine ritüellerle girilmesi önemliydi. Güne, çalışmaya, yaşama başlaması törenlerle oluyordu. Yaşamının belirli olması gerekiyordu, rutindeki bir değişiklik belirsizlik hissi yaratıyor, kendini boşlukta hissediyor, ayakları yere basamıyordu. Sanki yaşamında bir değişiklik olsa dağılacak gibiydi. Az karşılaştığı olumlu deneyimlere sıkıca sarılıyor, bunları da ritüelleştirerek ve sık sık anımsayarak kalıcılaştırmaya çalışıyordu.
Göçmenlerle, gidici olanlarla sınırlarını kaldırıp yakınlaşıyor, yerlilerle ve kalıcı olanlarla mesafeli oluyor, aralarına sınırlar koyuyordu. Yerlilere yaklaşmak istiyor ama ya korkuyor ya anlaşılmadığını hissediyor kızıyordu. Yaptıklarıyla, ürettikleriyle yerlilere önemli şeyler bahşediyordu ama bunu göremiyorlar, onu kızdırıyorlardı. Takdir etmelerini beklerken sorgulamalarla karşılaşıyordu. Zaten yaptıklarıyla ne yerlilere ne de göçmenlere yaranabiliyordu. Göç üzerine fotoğraflar çekerek göç travmasını aşacağını düşünüyor ama bu yolla ancak geçici doyumlar, kısmi iyileşmeler yaşıyordu. Fotoğraflarının beğenilmemesi, reddedilmesi, kendisinin de reddedilmesiydi, onun için travmatikti. Göç sırasında yaşananları yerlilere göstererek o sıralarda yaşanan zorlukları anlatmak, tanınmak ve eleştirilmemek istiyordu. Ama eleştirilerle karşılaşıyor, yerliler yaşadıklarını geçmişte bırakmasını başka konularla ilgilenmesini istiyorlardı. Tanınmamışlık algısı yoğundu, sürüldükleri topraklarda geçmişleri ve kimlikleri yok sayılmış bir anda kimliklerini değiştirmeleri istenmişti. Türkiye’ye geldiklerinde ise buradakilerin umursamazlığı ile karşılaşmışlardı. Bir toprağı vatan kabul edememe, yerleşememe, bir toprak üzerinde hak iddia edememe, kendisine ve bedenine de yabancılaşmasına neden oluyordu.
Bütünüyle yerli olmaktan korkuyordu. Hep farklı olmaya çalışmıştı. Yerlilerden farklı olmak onun kalkanı olmuştu ve yerlilerden farklı olmayı bir üstünlük olarak görebiliyordu. Ama farklılaşmak eğer ebeveynlerinden farklılaşmak hele de onlardan daha iyi olmak anlamına geldiğinde yoğun suçluluk uyandırıyordu. Geçmişi daha anlamlı geliyordu. Geçmiş göçle, gelecek yerlileşmeyle, şimdiki zaman hüzünle dolunca zamansızlık halini yakalamaya, zamanı durdurmaya çalışıyor ve zamanı gösteren işaretlerden kendini uzaklaştırdığı izole durumlar yaratıyordu. Gerçekteki zamanı değil, zihnindeki zamanı yaşıyor, böylelikle zamana hâkim olmaya çalışıyordu. Zaman dilimlerinde, çalışma odasında, kendisine güvenli ve değişmez alanlar yaratıyor, zamanı ve mekânı denetimine almak istiyordu.
Çok özlediği bir yer ya hiç olmamış ya da çocukluğunda var olmuş ama sonra yok olmuştu. Şimdi yaşadığı anavatan topraklarındaki güzellikleri buraya ait değil de doğduğu topraklara ait öğeler olarak algılıyor, oralarla bağlantılandırıyordu. Şimdi yaşadığı yerler hep geçici yerler gibi geliyor hiç yerleşemiyordu. Belki de yerleşmek için kendisine izin vermiyordu. Kendisine bu izni vermeyince yaşadığı yerler yapay geliyordu. Burası yapaydı, doğduğu topraklardaki izlerini de silip yok etmişlerdi. Doğduğu topraklarda yaşanan sıkıntılara hep anavatana dönme hayaliyle katlanmışlardı. Ama anavatana göç, hayal edildiği gibi cennete ulaşmak değil başka bir cehenneme girmek gibi olmuştu. Bulmayı düşledikleri toprakları ve dili bulamamışlardı. Bu durumda anavatanların ikisi de yok olmuştu sanki. Ait olduğu bir yer kalmamış, bu dünyaya yabancılaşmış, sınırlar üzerinde, arada yaşayan birisine dönüşmüştü. Ritüeller, üzerinde yaşadığı sınırları oluşturuyordu.
“Annen üzerine düşeni yaptı. Peki, sen niye yeterince çalışmadın?” kalıbını yaşamındaki her ilişkiye uyguluyordu. Ailesi göç etmiş, yaşamlarını çocukları için feda etmişti. Ona yapılanların, verilenlerin karşılığını veremiyor, verilen olanakları yeterince iyi kullanamıyor hissini taşıyordu. Böyle olunca cezalandırılması gerektiğini düşünüyor, bol bol kendine kızıyordu. Bunlar kendisine yabancılaşmasına ve kendi yaşamına, kendi bedenine egemen olamama hissinin pekişmesine neden oluyordu.
Tüm zorluklarının başlangıcını göç etmek olarak görüyordu.
Bu hastaların bazı ortak özellikleri vardı:
Bu dünyaya ait hissetmiyorlardı. Yapaylık hissediyor, bir önceki toprakları, bir önceki kuşağı bırakıp diğerine geçemiyorlardı.
İkinci ayrılma-bireyleşme dönemleri, yani ergenlikleri, aileleri için çalışarak, hep beraber yeni topraklara tutunmak, geçim sağlamak, üzerine düşen iyi öğrenci olma görevini yerine getirmekle geçmişti. Aileleri için yaşıyor, onların ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ailelerine öfkelenebilme ve aileden ruhsal açıdan ayrılma süreçleri ketlenmişti.
İyi, çalışkan, uslu ve söz dinleyen çocuklardı. Aileleri onlardan hep fedakârlık beklemişti. Üçü de gizillik döneminde göç etmişler ve bu dönemdeki çalışma ve üretme, bağımsızlaşmaya giden ergenlik dönemine hazırlık olarak değil, yeni topraklara uyum sağlamaya ve ailelerine destek olamaya yönelik olmuştu. Özerk, bağımsız, ayrı bir birey olma durumlarına utanç, suçluluk ve ne yapacağını bilememe yüklenmişti. Ergenlikleri, ailelerinin istediği gibi, onlar için iyi birer evlat ve öğrenci olmakla geçmişti.
Dışarıdan, özgüvenli ve her istediklerini yapabilir gözüküyorlardı.
Ailelerine bağlı olan ve kendileri gibi özerkleşme sorunları olan erkeklerle evlenmişlerdi.
Türkiye’de bir vatandaş olmakla ilgili zorluklar yaşıyorlardı.
Balkanlardaki Türkler Türkiye vatandaşı olamıyor, yabancı kontenjanlarında okuyorlardı. Bu durum üniversiteye girmelerinde kolaylık sağlasa da yabancılardı. Bu konuşmada yerli ve yabancıya vurgu yapmamın şöyle bir nedeni var. Balkanlardan gelenler Türk olmalarına rağmen yabancı bir ülkeye göç etmiş gibi tepkiler vermişlerdi. Zaten onları toplumdan ayıran özellikleri-konuşma, giyinme biçimi gibi- vardı ve aralarına girdikleri topluluk için yeni gelen yabancılar grubuna sokuluyorlardı.
Balkanlardan göçenler büyük gruplar halinde gelmişler, geldikleri grubun kimliği ile Türkiye’deki ulusal kimlik farklı olmuştu. Bu gruplara aitlik, bu kimliğe yapılan narsisistik yatırım önemli ve değerli olabiliyor, övünülüyordu, örneğin Arnavut göçmeni olmak gibi.
Bir topluluğa ait olma, yaşamdaki sağkalım açısından avantajlıdır. Kimlik ise iç ruhsal dengenin sağlanması, bazı kaygıların azaltılması, kişiye hem dış hem iç dünyasında izleyebileceği yolaklar sağlaması, süreklilik hissi açısından değerlidir. Göçmen anne-babalar, kimliklerini, geçmişlerini korumaya, göçlerini, travmalarını unutmamaya çalışırken çocuklarının anavatana uyum sağlamalarını ve toplumla bütünleşmelerini farkında olmadan engelleyebiliyordu. Kimliğin çekirdekleri ailede oluştuğundan göçmen kimlikleri ile ulusal kimlikleri arasında sıkışan ebeveynler, çocuklarına da bu kararsızlığı yükleyerek kimlikler arasında sürekli göç etmelerine neden oluyorlardı. Bu sorun, aile kimliği ile aile dışındakilerin kimliği arasında bir farklılık ve hangisine ait olmayı seçme ikilemi taşıyabiliyordu.
Aynı sorun aileden ayrılıp yeni aileler kurmaya geldiğinde de kendisini göstermekteydi. Göçmen kimliğini bırakıp yerlileşme arzusu ile eşine ve yeni aileye yakınlaşılmakta ama bu yakınlaşmanın yarattığı kimliğini kaybetme ve yok olma kaygıları ile yine birincil aileye, öz ailenin kimliğine dönülebilmekteydi. Belki de, anavatanlarına sürgün edilenlerin ve anavatanda yaşayanların fiziksel ve kültürel özellikleri arasındaki farkların çok ufak olması bu kaygıları daha çok arttırmaktadır. Freud’un dediği gibi küçük farklar, farklılıklara daha çok dikkat edilmesine ve farklılıklara daha çok yatırım yapılmasına neden olabilmektedir.
Yukarıda bahsettiğim hastalar kimlik oluşumunun önemli olduğu ergenlik dönemini yeni vatana tutunmaya çalışan anne-babalarını gözlemleyerek geçirmişlerdi. Çisil, anne-babasının kendisi için bir fanus yarattıklarını ve kendisinden sadece derslerine çalışmasını istediklerini, Meltem anne-babasından uzaklaştığını, onların ayrı bir dünyada olduklarını hissettiğini anlatmıştı. Yağmur, gençlik yıllarında Türkiye’deki Yahudilerle iyi arkadaş olmuş, farklı bir grupla ilişkiye girse de seçtiği grup göçmen ve azınlık kimliğini hiç bırakmayan bir grup olmuştu.
Ergenlikte yaşanan, aileye saldırmak, öfkelenmek, kızmak ve beraberinde arkadaş gruplarının ve yeni ideallerin daha çok benimsenmesi süreci karmaşıklaşıyordu. Aileye saldırmak ve onlara öfkelenmek zorlaşınca ayrışma süreçleri karışmıştı. Yeni arkadaşlar bulmak, arkadaş gruplarına girmek, yeni idealler bulmak; hangi kimlikten olunacağı ikilemi içinde erimişti. Saldırganlığı yeni topluluğa, yeni topluluğun değerlerine yöneltmek de zordu, çünkü amaç bu topluluk içinde var olmak, bu topluluğa kendini kabul ettirmek olunca öfkenin bastırılması gerekti. Hatta yeni topluluğa sürekli olarak bir şeyler verilmeli ya da özveride bulunulmalıydı ki topluluk göçmen olmayı hoş görsün, haset ve kıskançlık göstermesin. Yukarıdaki üç hasta verici insanlardı. Yağmur, sürekli olarak komşularına ikramda bulunur, kek yapıp dağıtırdı. Meltem ve Çisil de arkadaşları arasında yardımsever insanlar olarak bilinirdi, çevreleri için dert ortağı idiler.
Bu sürgünler, zaten ya tehdit altındaydılar ya da kovuluyorlardı. İlk topraklardaki ilişki ezen ve ezilen düzlemindeydi. Daha sonra anavatanda da zorluklarla karşılaşılması bu düzlemi pekiştirmişti. Yerliler, göçmenleri/azınlığı dövüyordu. Freud’un “Bir çocuk dövülüyor.” makalesindeki “Babam kardeşimi dövüyor ama beni seviyor.” kalıbı “Yerliler/anavatandakiler göçmen kardeşimi dövüyor ama beni seviyor.”a ya da “Yerliler/anavatandakiler beni dövüyor ama kardeşimi seviyor.” kalıbına dönüşüyordu. Buradaki göçmen kardeş yerine anne-baba da konulabilirdi. Yani bu kalıplar “Yerliler/anavatanlılar anne-babamı dövüyor/eziyor ama beni seviyor.” biçimine girebilirdi. Bu kalıp, bu olguların yerlilerle evlenmesi ile sürüyordu ve “Kocam beni dövüyor, eziyor, anlamıyor ile kocam beni çok seviyor.” arasında gidip gelen sadomazoşistik bir ilişki kuruyorlardı. Sadisti tatmin etmek için özverili olunmaya çalışılıyor ama onlar için sadist elbette doymuyordu.
YAS TUTAMAMA
Yeni gelenler olarak aşağılanmaktan, ayrı tutulmaktan, rekabete maruz kalmaktan kurtulmak mümkün değildi. Kimlikleri adına Balkanlarda büyük sıkıntılar çekmişler, savaşmışlardı ama anavatanda bekledikleri ilgi ile karşılaşamamışlar, kötü yerlere, kenar semtlere, kötü işlere yerleştirilmişler ya da kendilerine zar zor yer ve iş bulmuşlardı. Sürgün edilenler için, istenen düzeyde bir hazırlık yoktu. Apar topar ülkeden çıkış ve yanlarında getirdikleri kısıtlı olanaklarla yeni anavatana tutunma vardı. Balkanlardan gelen büyük topluluklar Anadolu’nun farklı yerlerine yerleştirilmiş, ya toprak verilip evlerini kendileri yapmaları beklemiş, ya geçici konutlara yerleştirilmiş ya da kalıcı konutların adı göçmen konutları olmuştur. Ancak özel yetenekleri olduğunda, çok çalıştıklarında, başkaldırmadıklarında, yerlilere benzediklerinde, yerlilerle bütünleştiklerini gösterdiklerinde varlıklarını sürdürebilmişlerdi. Buna ne kadar bir var oluş denebilirdi ki? Var olmanın bir diğer seçeneği de önceden ait oldukları grubun değerlerine sıkıca sarılmak, geçmişi ve topluluklarının değerlerini hiç bırakmamak, sürgün travmasını hiç unutmamak olmuştu.
Tutunmak ama nereye? Bu sürgünler geçmişlerini ülküleştirdiklerinde ikileme düşmüşlerdi. İyi olan yer anavatan olmalıydı ama anavatana gelip yaşamak onun düşlemlerdeki güzelliğini zedelemişti. Cennetle özdeşleştirilen anavatanda fakirlikle, hasetle, rekabetle, tonlarca zorluk ve tehlikeyle karşılaşmışlardı. Bıraktıkları topraklar da hafızalarda tehlike ve acılarla yüklüydü. Hem doğulan toprakların yasını tutmak hem de yerleşilen anavatana uyum sağlamak güçtü. Cennet bilinen topraklar, bilinmezliğin ve belirsizliğin korkusuyla, çaresizliklerle ve yalnızlıkla yoğurulmuştu. Şüpheler artmış, zihinler karışmış, kaygı, hüzün, hayal kırıklıkları, narsisistik yaralanmalar yoğunlaşmıştı. İyi ve kötü Balkanlar ile iyi ve kötü anavatanı bütünleştirmek zordu.
Yas tutulamamasının bir başka nedeni de, yeni topraklarda yaşamak ve yeni topraklara tutunabilmek için çalışılmasının, güçlü ve enerji dolu olunmasının gerekliliğiydi. Yas hep ertelenmişti. Yasın yerini çalışmak, hiperaktif olmak, sık sık yer değiştirmek ya da sahte bir kendilik oluşturmak almıştı. Hayat “Fort-Da” oyunuyla geçiyor gibiydi. Ama bu oyunda kaybedilip bulunan, elden bırakılmayan, makara değil göçmen kendilik ve göçmen kimlik olmuştu.
Grinberg’lerin göç eden ailelerin çocukları için söyledikleri ile konuşmamı bitiriyorum:
"Ebeveynler, gönüllü ya da gönülsüz olarak göç edebilir, ama çocuklar her zaman “sürgün” edilirler: ayrılma kararını veren onlar değildir ve istediklerinde geri dönme kararını da veremezler" (Grinberg ve Grinberg 1989, s. 125).