• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

BİR BAŞKADIR

BİR BAŞKADIR

Aşağıdaki yorumlar Bursa Anadolu Lisesi ’91 Angara Kültür Etkinlikleri Topluluğu'nun Bir Başkadır dizisi üzerine yaptığı tartışmaların bir özetidir.


Bir Başkadır dizisi, büyürken ve eğitim hayatım boyunca farkına varıp üzerinde düşünmediğim, ancak mesleğe başladıktan sonra, her kesimden insan ile karşılaşmanın sonucu üzerinde sıkça düşündüğüm, Türk insanının kendisini anlatamaması, konuşamaması bırakın duygularını, günlük basit meselelerde bile kendisini ifade edememesi halini çok iyi bir gözlem ile yansıttığı için başarılı ve dikkat çekicidir bence.

Karakterlerin birebir analizindense hangi kesimden olursa olsun bizlerin karşısındaki hakkında bırakın yeterinceyi, en ufak bir bilgi sahibi olmadan, yaşanmışlıklarını bilmeden  başkalaştırıp, karşı tarafa itmesi, sadece dış görünüşüne bakıp, birkaç ifadesinden yola çıkarak kendisine bazen yakın, bazen rakip, çokça da düşman görmesini vurgulaması açısından bize tutulan bir ayna. Aynanın bir tarafı da, hayatın bizi konumladığı yerin tamamının jest, mimik ve bakışlarımıza yansıması. Oyuncuların bunu yansıtmada çok başarılı olması da dizinin bu kadar konuşulmasında etkili. Berkun Oya, buyurun kendinize bir bakın ve konuşamamanızı, zavallılıklarınızı, zayıflıklarınızı bu aynada görün, hangi kesimden gelirseniz gelin, yok aslında birbirinizden, birbirimizden farkımız demek istemiş.   

Başta ailelerin, kendi içlerinde sayılı kelime ile konuşması, hiçbir duygu ve düşüncelerini açık ve net olarak ifade edememesi, içgüdüleri doğrultusunda temel gereksinimlerini karşılamak için çalışmak, beslenmek, üremek, çoğalmak gibi içgüdüsel ihtiyaçları dışında aslında birbirlerine ve çevrelerine ne kadar kör ve sağır olduklarını düşündürüyor. Bu durum insanların iş hayatlarında da böyle devam ediyor aslında.

Konuşamamak, okuyamamak ve dolayısıyla da yazamamak bizleri fena halde sıkıştırmış. Yıllar önce, şimdi muhtemelen vefat etmiş olan yaşlıca bir Sulh Hukuk Hakimi'nin yılların da birikimiyle duruşma bekleyen avukatlara dönüp, önündeki, ona da bize de acıma, kızgınlık ve iç sıkıntısı veren  vatandaşın halini  "İşte bunlar hep buğday beslenmesi." şeklinde ifade etmesi, önceleri beni güldürse de, zaman geçtikçe kızdırmaya, gittikçe de zavallı halimiz hüzünlendirmeye başladı. Dizinin durağanlığına rağmen iç sıkıntısı ile birlikte yarattığı beklenti ve merak da bundan kaynaklanıyor gibi. Dizi boyunca, birileri aşsın bu iletişimsizliği beklentisi, en sonunda rahatlamaya değil, iç sıkıntısına dönüştü ki, bu da bizi bize yansıtmadaki başarısını ortaya koyuyor.

Berkun Oya, bölüm sonlarındaki eklemeleri, bu halimizin 1980' den sonra daha da kötüye gittiğini, bu iletişimsizliğin, ayrışmanın daha da ağır ve tehlikeli hale geldiğini ifade etmek için yapmış, diye düşündüm. Yarattığı nostalji hoş olsa da, bizlerin 80 sonrası, ilerlemek yerine, olduğumuzdan da beter hale geldiğimiz, göstermesi açısından karamsardı aynı zamanda.

Meltem Gürsoy


Ben diziyi dört başlık altında değerlendireceğim: Gerçekçi, Yükselen Kadınlar ve Düşen Erkekler, İçgörüsüzlük ve Müzikler

GERÇEKÇİ

Dizi gerçekçi psikiyatrik görüşme sahneleri ile etkiliyor önce. Meryem’in gerçekçi ve doğal tavırları ile psikiyatristin donukluğu ve mesafesi bir zıtlık oluşturunca Meryem daha da bir sıcak ve yakın algılanıyor.

Sorunlar gerçekçi ve yaşamın içinden. İstanbul’da gecekondu mahallesi, bu mahallede bir din adamı, din adamının kendini bulmaya çalışan kızı, bu kızı diskodan kovalayan koruma, korumanın depresyondaki karısı, dile getiremedikleri yüzünden bayılan Meryem, Meryem’in temizliğe gittiği Sinan, Sinan’ın psikiyatrist sevgilisi, bu psikiyatristin vaka danışan arkadaşı Peri… ile bir ucundan birbirleri ile kurdukları bağlantılar insana garip gelmiyor. Garipsenmiyor çünkü dış gerçekliğin birbiri ile bağlantısının olası ve gerçek olabileceğine dair bir sezimiz var.

Psikiyatrist camiası, psikiyatriste giden camia, psikiyatrik hastası ya da engelli yakını olan aileler, alt sosyokültürel kesim ve bu kesimle bağları olan tüm Türkiye, gelenek-din ve günümüz yaşamı arasında kendini bulamayan gençlik ve kendini kaybeden üst kuşak, çocuğunu evlendiremeyen anneler, yaşamlarından doyum alamayan sanatçılar, kendi içinde çatışan bir Kürt aile ile dizi birçok kesime dokunuyor. Bu dokunuş size de dizilerde pek karşılaşmadığımız biçimde doğal ve tanıdık gelmiş olmalı. Bazı sahneler ise içten içe herkesin bildiği ama görmezden gelinen konulara dokunuyor.

YÜKSELEN KADINLAR VE DÜŞEN ERKEKLER

8 bölüm süresince zorluk yaşayan kadınlar bir miktar içgörü, toparlanma ve başını yukarı kaldırma yaşasa da erkeklerin seyri dağılma yönünde ilerliyor. Dizide en dipte ve çaresiz karakterler erkekler.  “Ali Sadi Hoca intihar mı edecek?” sorusu ile göl kenarı sahnesine giriyor seyirci. Hayrünnisa yeni yaşamına umutla başlarken babası yıkılıyor. Yasin iktidarını kaybederek salya sümük ağlarken artık Ruhiye onu toparlıyor. Ruhiye yaşadığı tüm anlayışsızlıklara karşın kocasını anlayışla kucaklıyor. En kapalı ve anlaşılmaz olan karakter içgörüsü en çok gelişen ve en kendini bilir hale gelen karaktere dönüşüyor. Sinan’ın narsisistik yaralanmalarının ardı arkası kesilmiyor. Yaşamındaki her kadınla ilişkisi kötü. Gittikçe çöküyor gözümüzün önünde. Hilmi, baştan beri sahte bir entelektüel karakter. Bildiklerini ne kadar anlamadığı ve sindiremediğini, boş konuştuğunu yüzüne vurabilen ise Meryem. Tek iyiye giden konuşmaya başlayan çocuk iken alttan alta ilerleyen bir erkek aşağılaması yok mu sizce? Ya da sanatçı bir kadın -sezgileriyle bize- Türkiye’de erkek imgesinin dağıldığını mı haber veriyor? Diğer yandan kesin olan bir şey var ki engelli Rezan’ı bile Öner Erkan güzel canlandırmış.

İÇGÖRÜSÜZLÜK

Karakterlerde iyiliği bulmak zor. Meryem saflığı, Sinan yüzeyselliği, Ruhiye tutukluğu, Yasin anlayışsızlığı, Hayrünnisa içe kapanıklığı, Ali Sadi Hoca kapasitesizliği… ile ön planda. Hepsinin ortak bir diğer özelliği de içgörüsüzlükleri ve iç dünyalarına uzaklıkları. Bazısı iç dünyasını dile getiremiyor, bazısı dile getirse de konuştuğundan haberi yok, bazısı bir şeyleri fark etse de çatışmaları daha baskın geliyor. Aslında dizinin başlangıcı Peri’nin Meryem’e "senin sorunun bir erkeğe hissettiklerinle ilgili ve bunu dile dökmelisin" mesajıyla ve Meryem’in buna kızmasıyla başlıyor.

İçgörüsüzlük, yüzleşmelerin ağırlığında da kendini gösteriyor. Meryem’in aldığı hediyeyi açmadan hediye vermesi ve sonrasında açtığında yaşadığı şok dizinin ana konusu: “İçime/içine bakınca çöküyorum.” Bu mesaj, melankolik iç dünyanın çökkün sesini çınlatıyor kulaklarımızda. Dizideki bu yönün baskınlığı izleyiciyi yorumlamaya ve ortaya bırakılan malzemeyi sentezlemeye yönlendiriyor. Bu açıdan, izleyicinin dizi ile kurduğu güçlü özdeşim, yoruma açık bırakılan malzeme ile tahrik edilince çok konuşulan bir dizi ortaya çıktığını düşünüyorum.

Eski-yeni dünya, alt-üst sosyoekonomik sınıf, dindar-ateist, rahat-zor yaşayan, kadın-erkek gibi birçok çatışmanın sahnelendiği dizide yaşadıklarını yorumlayamamak genel bir sorun. Bir yorumlama ile çıkarım yapamamak bir diğeri. Geçmiş travması ile yüzleşerek ruhsal olarak iyileştiğini gördüğümüz Ruhiye bile nasıl bir yorumlama ile toparlanıyor belirsiz. Onu iyileştiren yalnızca bir yüzleşme ve ardından yaşadığı boşalım mı? Tacizcisinin günah çıkartması, zor durumda olması yetti mi?

Türk dizileri, izleyicisinde yoğun duygular yaratma ve bu gerilimi boşaltmadan sahneden sahneye geçme sevdasından kurtulamıyor. Bir merak uyandırmak yerine duyguları coşturarak izleyiciyi bağlamanın derdindeler. Bu nedenle genellikle zihne değil duygulara hitap ediyorlar. Bir Başkadır duyguların yanında bir miktar merakı ve düşünceyi de uyarabilir olduğu için de ilgi çekici. Konuşmak ve düşünmek isteyen izleyiciye hitap edebiliyor ama daha iyi olabilir.

MÜZİKLER

Kapanış müzikleri çarpıcı. İnsanı, unuttuğu ama içinde canlı kalan geçmişe sürüklüyor. “O zamanlar, insanlar müzik dinlemek için salonlarda toplanıp oturdukları yerden müzik dinliyorlarmış.” düşüncesi ile günümüz Türkiye’sinin kültür ve sanat alanında bazı açılardan ne kadar gerilediğini fark ettiriyor. “Total” dizilere yapılan eleştirilerin yanında bu dizilerin sıradan yaşamlarda ne kadar yer ettiğinin altının çizilmesi ise bu dizinin izleyici kitlesini tatmin ediyor.

Ali Algın Köşkdere


Ben Bir Başkadır’ı bu zamana kadar çok da cesaret edilememiş bir birbirini anlama çabası olarak görüyorum ve bunu “total”i kapsamaya çalışarak yapması açısından beğendim. Sizlerin yazdığı içgörüsüzlüğümüze spot tutması da ayrı bir olumlu yanı. Karakterler evet içimizden, yok mu etrafınızda benzerleri... Mutlaka bulursunuz... Ama karakterler hep “masum”, fazla masum... Oysaki hiç birimiz masum değiliz bu ülkede... Elbette diyebilirsiniz ki... Birbirimizi anlamak için daha iyilerden başlamalıyız... Daha saflardan... Ama bu dizinin gerçekçiliğini sarsıyor bence... Filmin sonundaki TRT fragmanları, müzikler ile de bizi eski Türk filmlerinin ruh haline sokarak, sanki dizi nostaljik Türk filmlerinin modern halini çektiğini bize kendisi fısıldayıveriyor...

Meryem başörtülü, gecekondulu genç bir kadın... Hani siyasal İslamla falan alakası yok... Saf, eğitimsiz ama cin gibi bir genç kadın...

Ali Sadi Hoca kapasitesiz ama dolandırıcı (camiye çiçek karşılığı alınan bağışları görmezden gelirsek), sübyancı, tecavüzcü, geri kafalı, psikiyatriste güvenmese de en azından saçı açık bir kadını orospu olarak gören biri değil...

Yasin doğuda komandoymuş, o nedenle ekmek parası İçin korumalık yapabiliyor en azından... Yolu muhtemelen Kürt aile ile kesişecek, ama askerliğinde ne haltlara karıştığını bilmiyoruz... Sinirli asabi olsa da o da masum.

En gıcık verilen karakter Peri, durumunun diğerlerine nazaran en farkında olan (yüzeysel olsa bile), bunu sorgulayan eğitimli karakter. Ama neden ötekinden nefret ettiğini anasında babasında ararken (yani kendisi masumken), neden Perulu birini kendine başörtülü birinden daha yakın bulduğunu sorgulamadığı gibi, yakın olduğunu düşünecek kadar yüzeysel ve cahil...

Hatta tecavüzcü bile “masum”... Kasabaya gelen Ruhiye’ye “yeter artık bırakın beni pişmanım, çoluğum çocuğum var” diyebiliyor... Neyse böyle gidiyor karakterler...

Bu kadar iyiyse insanlar biz nasıl bu hale geldik????

Aslında belki dizi kendi eleştirisini, dizi oyuncusu karakterinin sürekli “total” vurgusu ile yapıyor. “Total”i kaybetmeme korkusu, iş yapabilme korkusu ile belki de bizlere mızrağı, çuvaldızı batırmak yerine sadece toplu iğnenin ucuyla dürttüğünü kendisi gösteriyor.
Kadınların yükseldiği, güçlendiği fikrine katılmıyorum. Evet, kadınlar daha “becerikli” dizide daha çok çaba sarf ediyor içinde bulunduğu durumdan çıkmak İçin, ama bu çaba mesela Ruhiye’nin ya da Meryem’in ailesinde daha çok söz hakkı olmasını sağlamıyor...  Eğitimli Peri de eğitimsiz Meryem de eş bulma çabasında... Mesela Sinan’da böyle bir çaba yok... (Tamam, anlayamadığı bir özlem  var gibi... İleriki bölümlerde göreceğiz bakalım.) Sanki burada kadınların daha güçlü karakterler olması filmin konusunu kadınlar üzerinden anlatmanın daha kolay olmasından geliyor.

Bir de birbirimizden bu kadar kopmamızın nedenleri hiç yok dizide... Evet dizi belki de sadece bireysel bir silkinme çağrısı (ki bu bile çok güzel bir adım) ama bizi koparan uzaklaştıran ne? Bunu görmeden, anlamadan tüm başkalıklarımızla bambaşka bir ülke, toplum olma hayali boş bir hikayeden ibaret olacaktır.

Dizinin en cesur kısmı ise bence Hayrunnisa karakteri üzerinden anlatılmaya çalışılanlar... Hayrunnisa içine kapanık, sessiz, “aile değerlerine” bağlı ve başörtülü bir imam kızı... Ama lezbiyen. Bütün önyargılara aykırı... Annesini kaybettikten sonra dizi de ilk cesur adımı atan karakter de o...

Tüm yazdıklarıma rağmen tekrar diziyi beğendiğimi söylemeliyim. Dizinin bir yol açması ve daha iyilerinin olması dileği benim yazdıklarım

Ama şunu belirtmeden edemeyeceğim... Merak ettiğim dizinin nasıl devam edeceğinden çok, dizinin izleyicileri hayatlarına dair dizi karakterleri kadar cesur mu? Ve bir başkalığımıza ilişkin kendi iç hesaplaşmalarında onlar kadar  samimi  olabilecekler mi?

Sıdıka Tekeli Yeşil


Bir Başkadır, sadece bir yorum...

Dizide her karakterin kendi içindekiyle savaşı var. Daha doğrusu mutsuz olduğunu anlama, bunun sebebini bulma, çözme ve bundan kurtulma isteği ana konu. Tabii bu konu ülkemizden insan manzaralarına uyarlanmış. Toplumumuz içindeki tüm sorunlar, dengesizlikler, farklılıklar diziye yerleştirilmiş gibi. Bu da bizim için dizinin en can alıcı özelliği bence.

Ana karakterlerin hepsi özünde mutsuz. Dizi boyunca şunları görüyoruz; mutsuzluğu fark etme, kaynağı keşfetme çabası, iç yolculuk, çözme isteği, çözüme yaklaşma ya da hiç yaklaşamama...

Meryem’in bayılmaları sonucu, Peri ile seanslarla başlıyor dizi. Meryem’in tesadüfen başladığı seanslar, bilemediği bir nedenden dolayı ona iyi geliyor. Ve devam ettirmek istiyor. Böylelikle iç yolculuk Meryem ile başlıyor ve dizideki her ana karakterde devam ediyor.

Bu konuda aslında en kararlı kişiler Meryem, Ruhiye ve İmam’ın kızı Hayrunnisa bence. Sadece o üçü dizi boyunca tam olarak ne istediklerine karar verme, kendi gerçekleri ile yüzleşme ve kabullenme noktasına geliyorlar.

Ama tabii Meryem ne yaptığını bilmeden yapıyor. Ruhiye nasıl çözeceğini bilmez ve gerçek bir çözümsüzlük içinde hissederken, kendine bir çıkış yolu buluyor. Hayrunnisa genç ve umutlu. Çok daha net ve kararlı hareket ediyor.

Eğitimsizlik, cehalet... Bu grup ne yaptığını, neden yaptığını tam olarak hiç bilemiyor. Birbirleriyle konuşurken anlatmak istediklerine kelimeler yetersiz kalıyor. Hatta anlatılanları anlamakta bile güçlük çekiyorlar. Bunun yanında, daha basit hareketler (imamın çiçek hikayesi) bile, onlara bir çözüm gibi gözükebiliyor. Özellikle Yasin’de bunu en belirgin şekilde görüyoruz. Yasin çözümü; yok sayma, şartlar ne olursa olsun hayata devam etme, imama danışma gibi yöntemlerde arıyor. Ve bu onun için, yeterince tatmin edici bir çözüm olarak ortaya çıkıyor.

Eğitim seviyesi arttıkça, kendini beğenmelerin ve “doğruyu ben bilirim”lerin ne kadar gerçeğe ulaşmaya engel olduğunu bir kere daha görüyoruz. Peri, Gülbin problemlerinin kendilerinden kaynaklı olmadığı yanılgısındalar. Hatta Sinan da aynı şekilde. Tüm anlatımlarında hayata duydukları öfkenin sebebini karşılarındakinde arıyorlar. Peri Meryem’in görüntüsünde, Gülbin Peri’nin yaklaşımında...

Burada bir tek imam aslında en dingin ve kabullenmeye açık olarak gözüküyor. Ne Yasin’in onun yücelttiği noktada, ne de gerçek yaşamda karşılaştığımız kötü örneklerine benzetilmiş. Daha açık fikirli ve dizideki birçok karakterden daha huzurlu ve mutlu. Bu karakterin de özellikle bu şekilde olduğu görüşündeyim. “Hiçbir zaman, hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir”e net bir vurgu yapılmış gibi.

Sanıyorum benden bu kadar...

Esra Kutlay Subilir