• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

TOTEM, YAS VE GÖBEKLİTEPE

TOTEM, YAS VE GÖBEKLİTEPE

Bu yazı, Psikanaliz Yazılarının 33. sayısı olan "Psikanaliz ve Tarih"te yayınlanmıştır. Yazının amacı Göbekli Tepe'yi anlamaya yönelik bir hipotezi irdelemektir. Hipotezim bu yapıların insanın o dönemde geldiği psişik düzeyi gösterdiğidir. Bu düzey, bağlanma, ayrılma, yas tutma ve organize olmada özel bir aşamaya ulaşılmasıdır. Bir psikiyatrist olduğum için yazının arkeolojiye yaklaşan kısımlarında tutarsızlıklarım olabilir. Bu yazımı hala bir taslak olarak görmekteyim ve katkılara açığım. Eğer bilimsel açıdan katkıda bulunmak isterseniz dralialgin@yahoo.com adresine mail atabilirsiniz.

 

ÖZET:

Totem ve Tabu, vahşilerin yaşamları ve çocukluk nevrozu ile olan bağlantıları hakkındaydı. Ayrıca Freud’un yasla ilgili düşüncelerini de içeriyordu. Göbekli Tepe'deki son arkeolojik bulgular bize Taş Devri'ndeki insanların kutsal alanlarını 11.000 yıl önce nasıl inşa ettiklerini gösteriyor. Bölgede, ölmüş liderleri ve avcıları sembolize edebilecek düzinelerce antropomorfik T şekilli megalit bulunmuştur. Bunların üstünde Anadolu'da yaşamış olan vahşi hayvanlar hakkında çeşitli çizimler vardır. Resimler, totemik heykeller ve resimlerdeki benzer psişik işlevlere sahip dövmelerin kullanımını gösterebilir. Bu psişik mekanizmalar arasında yas sürecinin özel bir yeri vardır. İnsanoğlu, tümünde saldırganlık ve sevgi unsurları olan; avcılar ve avlar arasındaki ilişkileri, ölümü, ölümden sonra yaşamı ve ruh kavramlarını zihinselleştirmek zorunda kaldı. Bu yaratıcı psişik çalışma sayesinde bireyin benlik işlevleri gelişmiş ve sosyal yaşamın gelişimi zaman içinde ilerleyebilecek bir yapı kazanmıştır.

GİRİŞ

1913’te yayımlanan “Totem ve Tabu: Vahşi İnsanlarla Nevrozluların Ruhsal Yaşamlarındaki Ortak Noktalar” kitabında Freud, farklı ilkel kabilelerdeki yaşantılardan yola çıkarak ilkel insan ile çocuk arasında bağlantı kurar. Önce ilkel kabilelerin tabularının ilişkisel dinamiklerini değerlendirir. Tabular ile dürtülerin bağlantısını açığa çıkarır. İlkel kabilelerde toteme bağlı üyeler cinsel ilişkiye girme yasağına tabidirler. (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi’nde “totem”, bir topluluğun ya da bireyin koruyucusu ya da atası olarak kabul edilen hayvan olarak tanımlanmıştır. “Totem direği”nin bir ailenin arması gibi kullanıldığı, ağaçtan yontularak yapıldığı, ailenin efsanevi köklerini temsil ettiği, cenazelerde kullanılabildiği bilgisi verilmiştir.) Bu irdelemelerde ensest yasağının ve egzogaminin özel yerini sık sık vurgular. Tabuların ve totemlerin içerdiği çifte-değerliliğe değinir. Buradaki çifte değerliliği zorlantılı hastalardaki duruma benzetir. Ardından ilkel insanın ölüler ve öldürdükleri ile ilişkilerini anlatır. “Ruh” olgusunun nasıl algılandığını açıklarken animizmin ve büyünün özelliklerini ele alır. Totemin, öldürülmesi yasak olan hayvanlarla ilişkisini ve toteme yansıtılan özellikleri, çocukların hayvanlarla ilişkileri üzerinden açıklar. Tüm bunların sonucunda Freud, ilk insanın suçu üzerine bir öykü oluşturur. Bu öyküde oğullar, tüm kadınlara egemen olan babayı öldürerek babanın otoritesine son verirler. Baba totemleşirken yasağın çiğnenmesi, kurban kesilen bir bayram olarak kutlanır.

Bu yazıda lider babanın ölmesiyle gelişen yas tepkisinin nasıl toteme dönüşebileceğini irdeleyeceğim. Freud, lider babanın öldürülmesinin toplumsal yapılanmayı oluşturduğuna dikkat çekmişti. Ondan yaklaşık 80 yıl sonra Şanlıurfa’daki Göbekli Tepe’de bulunan ve totem heykeller içeren bina kalıntıları bu sefer tapınakların medeniyetin başlangıcında yer alabileceğini gösterdi. Lider babanın heykelinin yapılmış olabileceği ilk binalar olan Göbekli Tepe tapınakları insanların tarım yapmaya ve hayvan evcilleştirmeye başlamasından öncesine aittir. Belki de insan ırkının ilk taş yapıtlarındandır. MÖ 9.000’li yıllara ait bu yapılarda T biçimli erkek heykelleri bulunmuştur. Büyük ihtimalle lider babalara ya da avcılara ait bu heykeller, tutulan yasın bir ifadesi ve babaların bir anısı olarak yapılmıştı. Arkeolojik kazılardan elde edilen veriler bu yapıların çevresinde yerleşim olmadığı, insanların buraya dönem dönem geldiği ve törenler yaptığını gösteriyor. İlk buğdayın yaklaşık 500 yıl sonra buradan 30 km uzakta üretilmeye başlaması ise, önce tapınakların yapıldığını daha sonra yerleşik hayatın ve tarımın ortaya çıktığını düşündürüyor (Schmidt, 2012).

Bu anıtlar, yapılışlarında gereken örgütlenme ve yetenek düzeyi açısından Taş Çağı’ndaki insan topluluğunun geldiği düzeyi göstermektedir. Toplum, geldiği bu düzeyi kalıcı anıt heykeller ve yapılar oluşturmada kullanmıştır. Aşağıda, liderlerin kaybına yönelik tepkilerin nasıl totem heykellerin yaratımına evrilerek toplumu yapılandıran bir yas sürecinin yaşanmış olabileceğini açıklamaya çalışacağım. Heykelleri yapılan liderlerin üzerindeki dövmelerin heykellere işlenmiş olabileceğini düşünüyorum. Böyle olmasa bile heykellerin üzerindeki hayvan tasvirleri, dövmelerinkine benzer bir ruhsal işlev taşıyabilir. Bu yüzden dövme sanatının insan ruhsallığındaki yerini araştırmaya özel bir bölüm ayırdım. Göbekli Tepe’deki heykellerin totemsel nitelikleri dikkat çekicidir. Heykellerin üzerindeki hayvan tasvirleri av-avcı ilişkisine ve soyun sürmesine yoğunlaşmıştır. Bir avcı gibi insanı avlayan ölümün avı durumundaki insanın doğadaki av-avcı ilişkisini ruhsallaştırması tarihin başlangıcında önemli bir yere sahip olabilir. Belki ölülere ruh atfetmenin getirdiği sorunların anıtlar yaratılarak çözümlenmesi, paranoid korkuların ve manik yas tepkilerinin yas tutma sürecine evrilmesine olanak tanımıştır. Aşağıda yas sürecinde T biçimli heykellerin niçin yapılmış olabileceğine dair bir bölüm de bulacaksınız.

TOTEM VE TABU

Quinodoz (2004), Totem ve Tabu’nun şimdiye kadar gördüğü ilgiden daha fazlasını hak ettiğini ifade eder. Freud’un önceki çalışmalarına kıyasla daha geniş bakış açıları açtığını belirtir. Freud’un bu yapıtına kayıtsız kalınmasında “insanların uykularını uzun süre kaçıracak” temel sorular ortaya atmasının etkisi olabileceğini öne sürer. Totem ve Tabu (Freud, 1913) dört alt başlıktan oluşur. Birinci bölüm olan “Vahşi İnsanın Ensest Korkusu”nda Freud totemin sülalenin atası olduğu ve totemin anne-babadan miras kaldığını belirtir. Totem, koruyucu ve yardımcı ruhtur ama aynı zamanda bazı kurallar koyar ve kutsal yükümlülükler getirir. Bu kuralların önemli bir kısmı cinsel yaşamla ve yemeklerle ilgilidir. Kimin kimle evleneceği hangi toteme bağlı olduğuyla belirlenir. Karşı cinsiyetten insanların ilişkilerindeki kuralların totemlere göre belirlendiğini aktaran Freud, damat ve kayınvalide arasındaki ilişkiyi detaylıca anlatmıştır. Freud, damat-kayınvalide ilişkisinin içerdiği ensestiyöz ögelerin ilkel kabilelerde bu ilişkinin sert kurallara bağlanmasına neden olduğu ve ancak böylelikle korunduğu sonucuna varır. İlkel kabilelerdeki ensest kaygısını çocukluktaki ensestiyöz nesne seçimiyle bağlantılandırır. Nevrozlu hastalardaki durumu buna benzetir.

İkinci bölüm “Tabu ve Duygulardaki Çifte-değerlilik”tir. Freud önce tabunun anlamı üzerinde durur. Tabunun kökeninde tuhaf bir güç vardır. Aynı güç kişi ve ruhlarda da bulunur ve cansız nesneler aracılığı ile aktarılır. Rahipler, kabile reisleri ve ölüler sürekli olarak tabu olabilirler. Adet görme, gebelik, doğum, lohusalık, dulluk gibi kadınlık halleri ise kadınları tabulaştırır. Kişi, yer, zaman gibi her şey tabu olabilir. Tabu, bir yasağı beraberinde getirir. Tabulaşan nesne hem kutsal ve yüce hem de tehlikeli, kirli ve ürkütücüdür. Tabulaşan nesne ile temas etmek ya da bunu kullanmak ceza getirir. Freud’a göre tabu korkusu çağdaş insanda saygı ve tiksintiye dönüşmüştür.

Bunun ardından Freud, zorlantılı nevrotik üzerinden tabu ve zorlantı arasındaki benzerlikleri inceler. Zorlantılı hastanın dokunma yasakları, bu yasakların nesneden nesneye kolaylıkla kayabilmesi, törensel davranışları ve çifte değerliliği tabudakilere benzerdir. Zorlantılı nevrozda dokunma isteği ve hazzı çok güçlüyken bunu yapmasına izin yoktur. O zaman tabular da insanın en çok yapmak istediği şeyi yasaklamaktadır, bunlarda “Korku istekten fazladır.” der. Dokunmanın özel yerinin bulaşıcılıktan ve sahiplenicilikten geldiğini açıklar. Tabuya itaat beraberinde feragati getirir.

Sonrasında Freud düşmanlara, kabile reislerine ve ölülere yönelik tabulara odaklanır. Düşmanlarla ilgili tabularda özellikle onların öldürülmesiyle ilgili kısmı inceler. İlkel kabilelerde düşmanın öldürülmesiyle ilgili tabular ve yas tutma kuralları vardır. Öldürülen düşmanın ruhunun yapabileceklerinden korkulur. Öldürülenle barışma adına öldüren kişi kendini kısıtlar, cezalandırır, törenler yapar.

Kabile reisleri, krallar ve rahiplerle ilgili kuralları Freud ikiye ayırır: onları korumak ve onlardan korunmak adına koyulan kurallar. Rahip-krallara o kadar büyük bir güç atfedilmişti ki, hem halkın hem doğanın onlardan korunmaya çalışılırken oldukça kısıtlandıklarının, hareket edemez hale getirildiklerinin örnekleri vardır. Ülküleştirilmeleri onlardan duyulan korkuyu ve düşmanlığı artırmıştır.

Freud, tabunun çiğnenmesinden ve dolayısıyla cezalandırılmaktan duyulan korkunun temelinde ise, bulaşma etkeninin varlığını vurgular. Tabu çiğnenirse bu eylem bulaşıcı bir biçimde yayılabilir; o yüzden hemen cezalandırılmalıdır.

Üçüncü bölüm “Animizm, Büyü ve Düşüncenin Tümgüçlülüğü”dür. Animizmde hayaletler bağımsız kalmış ruhlardır ve her canlı-cansız nesnenin ruhu vardır. Büyü, animizmin önemli bir ögesidir ve doğa olaylarının ruhsallaştırılamadığı durumlarda kullanılır. Büyüde, istek duyulan bağlantıların ve anlamların yerine geçen başka eş olaylar kullanılır. Örneğin, büyü yapılacak kişinin yerine geçen bir kukla, o kişiyi temsil eder. Böylelikle o kişiye yapılmak istenenler kuklaya yapıldığında, o kişiye de olacağına inanılır. Bu inanış çocukların oyunlarına benzer. Freud diğer bir büyü türünde, büyü yapılmak istenen kişinin saç, tırnak gibi atıklarının kullanıldığını anlatır. Burada atıklar, kişinin yerine geçmektedir.

Büyüde benzerlik kuralıyla birlikte bitişiklik kuralı da geçerlidir. Nesneler arası ayrım bozulmuştur. Düşüncelerdeki kontrol ile nesneler ve diğer canlılar üzerinde kontrole sahip olunacağına inanılır. Düşünce; zaman, kişi ve yer ayrımı tanımaz. Bu, iç-dış dünya ayrımını ortadan kaldırır. Düşünceye muhteşem bir güç atfedilir. Freud animizmin çıkışını insanın ölümle karşılaşmasına bağlar. Daha sonra bunun dine ve bilime evrildiğini öne sürer. “Çağdaş yaşamda düşüncelerin gücü sanat alanında yankı bulmaktadır. Sanatın büyüsü vardır ve sanatçı büyücüye benzetilir.”

Dördüncü bölüm “Totemizmin Çocuklukta Yeniden Ortaya Çıkışı”dır. Freud bu bölümün başında S. Reinach’ın listelediği totemciliğin kurallarını aktarır. Bu liste totem hayvanı ile totem üyeleri arasındaki ilişkileri açıklar. Totem hayvanı ile üyeler arasında özel ve büyülü bir bağ vardır. Freud, S. Reinach’ı totemizmde egzogamiye değinmediği için eleştirir.

Totemciliğin kökenlerini araştıran Freud, McLennan’ın totemciliği dövme yapma geleneğine bağladığını belirtir. Totemciliğin, insanların dini ihtiyaçlarından değil nesnel ihtiyaçlarından doğduğunu düşünür.

Freud, çocuk ve ilkel insan arasındaki benzerliğe dikkat çektikten sonra iki klinik örnek verir. Birincisi hayvan fobisi yaşayan çocuktur. Bu çocuğun babasından korkmasının ve onu sevmesinin arasındaki çatışmanın nasıl hayvandan korkmaya kaydırılarak belirtiye dönüştüğünü açıklar. Burada çifte değerliliğe katlanamamaya, fobik kaçınma ve babayı atla özdeşleştirme ile çözüm aranmıştır. İkinci örneği Ferenczi’den alır. Bu olguda ise hayvanın yarattığı korku çocuğun onunla özdeşleşmesine neden olmuştur. Her ikisinde de insan hayvanla özdeşleşmektedir.

Freud, normalde yenilmesi yasak olan totem hayvanının öldürülmesinin yani kurban edilmesinin ve ortak olarak yenilmesinin totemizmin önemli bir ögesi olduğunu belirtir. Daha sonra böyle bir yasağın toplu biçimde “çiğnenmesinin” bir coşku yarattığını ve bunun bayram olarak kutlandığını yazar.

Kitabın sonunda Freud, kabile lideri olan ve egzogamiye zorlayan babanın nasıl öldürülerek alt edildiğiyle ilgili öyküyü anlatır. Baba, hem ilahlaştırılan hem de kurban edilen olarak çifte değerlikli duyguların nesnesi haline gelmiştir. Baba katlinin anımsanmak istenmemesi toplumsal çeşitliliğe yol açmıştır. Freud’a göre bu suç, daha sonra katil oğulların toplumsal düzeni kurmasının temelini oluşturur ve burada ödipal yapılanma önemli rol oynar.

GÖBEKLİ TEPE: HAYVANLARIN, İNSANLARIN VE ÖLÜLERİN BULUŞTUĞU YER

Göbekli Tepe’deki arkeolojik buluntular medeniyetin gelişimiyle ilgili öncekilerden farklı bir durum ortaya çıkarmıştır. Çok eski olmaları, medeniyetin ilk basamaklarının burada yükseldiğini düşündürtür. T biçimli sütunlar insanları temsil ettikleri için anıtsaldır ve yasın ruhsallaştırılmasıyla ilişkilendirilebilir. Üzerlerindeki hayvan tasvirleri ise, insanın hayvanlarla ilişkisini anlatırken, saldırganlığın ve soyun devamının sanatla simgeleştirildiğini gösterir. Heykel, resim ve dövme sanatları insanın ruhsallaştırmada zorlandığı yaşantıları simgeleştirmesinde ve söze dökmesinde kullanılan araçlardır.

Göbekli Tepe, Şanlıurfa’nın ve bereketli hilal bölgesinin sınırları içinde bulunur. 20 adet taş yapı içeren alan, yaklaşık 900 yıl boyunca törenler için kullanılmış ve sonrasında gömülmüştür (Schmidt, 2012). Gömülmesi sayesinde bugüne kadar korunarak gelmiştir.

Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Arkeolog Klaus Schmidt, Göbekli Tepe’deki kazı çalışmasına 1996 yılında başlar. Daha önce Nevali Çori’de araştırma yapmış olan Schmidt, içinde T biçimli taş sütunların olduğu tapınakları ilk orada bulmuştur (Notroff, Dietrich, Schmidt, 2016).

Bu bölgedeki arkeolojik buluntulardan yola çıkan Schmidt (Fagan, Durrani, 2014), sosyokültürel değişimin önce geldiğine, yerleşik tarım toplumunun bundan sonra oluştuğuna inanmıştır. Bu taş yapıların inşa edilmesi sırasında gerekli olan geniş katılımlı işbirliğinin çoklu yapılı toplumların gelişmesinde rol oynadığını söylemiştir. Bu yapıları oluşturabilmek için taştan ve tahtadan taş oyma aletleri üretenlere, taş işçilerine ve ustalarına, taş kabartma sanatçılarına, ağaç ustalarına, bu işleri örgütleyecek mimarlara, bu insanların yerleşim ve yemek sorunlarını karşılayacak ekiplere ve sözü geçen liderlere ihtiyaç vardır. Tüm bunlar uzun süreli bir örgütlü çalışma gerektirmektedir. Bu çalışmalar sonuçlandıktan sonra burada yaşayanların nüfusu artıp av hayvanlarının ve yabani meyve-tahılın miktarı yetmediğinde, hayvanların evcilleştirilmesi ve meyve-tahılın ıslahı başlamış olabilir. Bu görüş, daha önceki görüşten farklıdır. Daha önceki görüşte tarım toplumuna geçişle birlikte yerleşik yaşamın başladığına inanılıyordu. Schmidt’in (2012) görüşünde ise, önce anıtsal yapıların bina edildiği ve ardından yerleşik yaşama geçildiği öne sürülmektedir.

Göbekli Tepe’nin bir mezar yeri olduğunu düşünen Schmidt (Curry, 2008), sütunlar üzerindeki tasvirleri anlatılmak istenen bir öykü olarak düşünmüştür. Ona göre bir diğer olasılık da bu hayvan tasvirlerinin heykelleri koruduğudur. Belki burası bir mezar yeri ve T sütunlar ölmüş önemli kişileri simgeleyen heykellerdir. Hayvan tasvirlerinin ise bedeninde bu hayvan dövmelerini taşıyan kişileri tanımladığını düşünebiliriz.

Avcı toplayıcı olan bu insanlar için, avladıkları hayvanların yaşamsal önemi olduğu kadar topluluk içindeki statülerini ve kimliklerini tanımlama açısından da rolü olabilir. T biçimli taşlara işlenen hayvanlar ister yenilsin, ister korkulsun, ister avlanılsın, tümü o zaman için öldürülen hayvanlardır. Bir tane de başı kesik ve vahşice öldürüldüğü için penisi erekte insan figürü vardır. Bunlar, kişilerin ne kadar çok hayvan öldürdüklerini, ne kadar iyi birer avcı ya da savaşçı olduklarını betimleyen dövmeler ya da kişilere özgü simgeler olabilirler.

Bu hayvan tasvirlerinin simgesel anlamları da olduğu düşünülebilir. Bir heykelin iki yanında yer alan tilki ve turna, sanki aynı bedende, av ve avcı olan iki hayvanı bir araya getirmiştir (Luckert, 2016). Eğer heykeli yapılan kişi lider ise insan topluluğuna verdiği bir mesaj vardır: “Ben güçlüyü ve güçsüzü bir araya getirebilirim ve onları birbirlerine zarar vermeden yan yana tutabilirim.” Freud’un Totem ve Tabu’da çifte-değerliliğe yaptığı vurguyu düşünürsek, ilk heykellerin zıt ögeleri taşıyabilmek üzerine bir mesaj da içerdiği söylenebilir. Bu heykelde turna ve tilkiden uzanan ışınlar genital bölgede birleşirler. Sanki iki zıt kutbun özelliklerini taşıyan döllere dönüşürler. Heykelin belindeki tilki postu ise, gücün onda olduğunu simgeler. Yere yakın bölgeleri süsleyen yavru kuş figürleri, soyun ve bereketin devam edeceği ile ilgili düşünceler uyandırırlar (Curry, 2008).

Göbekli Tepe heykellerindeki kabartmaların geneli, bazı özelliklerine özenilen hayvanlarla kurulan özdeşleşmeyi yansıtır. İnsan heykelleri üzerindeki tek üç boyutlu kabartma aslan figürüdür. Bu aslan figürünün ağzının önünde bir domuz figürü vardır. Aslan domuzu yer ve onun üzerindedir. Yerlerdeki hayvan heykelleri ise, saldırgan olan diğer avcı hayvanlara aittir. Dişleriyle betimlenmiş saldırgan avcılardan aslan, domuz, kurt, tilki, sırtlan, köpek, ayı insan öldürebilecek vahşi hayvanlardandır. Kartal, akbaba gibi kuşları da avcılar grubuna koyabiliriz. Bir diğer grup akrep, yılan ve örümcektir. Bunlar da zehirleriyle insan öldürebilen ama insanı yemeyen hayvanlardır. Dört ayaklı hayvanlara göre daha zor fark edilirler ve daha zor kontrol edilirler. Bu özellikleriyle paranoid korkuların yansıdığı nesnelere kolaylıkla dönüşürler. Üçüncü grup ise yabani ördek, eşek, koyun, turna gibi avlanabilecek ve yenilebilecek av hayvanlarıdır. (Boric, 2013)

DÖVME: BEDENDEKİ RUHSAL MÜHÜR

Freud (1913), McLennan’ın (1869-1870) totemcilik ile dövme yapma geleneği arasında kurduğu bağdan söz eder. Bazı Kızılderili kabilelerinde totem, dövme olarak bedene işlenmektedir. Toteme üye olanlar topluluğu böylelikle belirgin hale gelir. Göbekli Tepe’deki taş anıtlar bir bakıma totem heykeller biçiminde toprak ana üzerine yapılmış anı dövmeleridir. İzleri toprağın yüzeyinde binlerce yıl kalmış, anılan kişiye ve sanatçısına göre bir izlenim vermeyi sürdürmüşlerdir. Bugün birçok insan bu anıtların ve üzerilerindeki tasvirlerin anlamlarını araştırmaktadır.

Dövme, bazı simge ve resimlerin boyayla ya da nedbe dokusu oluşturularak bedene işlenmesi işlemidir. İlginçtir ki dövmenin batıdaki ismi olan “tattoo”, “taboo” gibi, Freud’un sık sık atıfta bulunduğu Polinezyalılardan gelir. Geçmişteki en eski izleri, cesedi MÖ 3250’den kalan ve Alplerde bulunan Ötzi’nin bedeninde görülmüştür. Ötzi’nin bedeninde düz çizgi biçiminde altmıştan fazla dövme vardır. İlkel kabilelerde de dövme sık kullanılır.

Dövmelerin çeşitli anlamları, mesajları ve kullanım alanları vardır. Süslenme ve ilgi çekme, estetik bir kullanımdır. Bir grupla bağ kurma, bir grubu damgalama, statü belirleme gibi amaçlar, dövmenin kimlik oluşturmadaki kullanımını gösterir. Dövmeler; tasvir edilen nesnenin gücüne sahip olma, dövme simgesi aracılığıyla korunma, şifa bulma ve uğur kazanma gibi büyüsel anlamlar taşıyabilirler (Çoruhlu, 2015). Yaşamdaki dönemsel geçişleri kanıtlayan ve belirleyen dövmeler vardır. Dönemsel geçişler, bazen bir yakının kaybı ile olurken, bazen kişinin yaşamındaki evrelerle kendilerini gösterirler. Dönemsel geçişler, geride kayıplar bırakırken gelecekle ilgili yeni kaygılar getirebilirler. Bu geçişlere ait bir anıyı yaşatmak ve göstermek için dövmeler yapılabilir. Böyle bir ruhsal geçişin dövme ile simgeleşmesi, ruhsal acıyı, her bakıldığında dayanıklılıkla, cesaretle ve güçlülükle pekiştirebilir. Özel bir an ve anı hem bir uyarana hem de somut bir kanıta dönüştürülerek karışık ve yoğun duygular beden yüzeyine taşınır. Dövme bu açıdan sünnet edilmeye benzer.

Anı nitelikli dövmeler, kaybedilen kişi ile bağlantının sürmesini ve sürekli anımsanmasını sağlar. Dövme, bedenin açık ve görünen bir bölgesindeyse sürekli bir anımsama, bedenin örtük bir bölgesindeyse giyinirken ya da istenilen anda görülen bir simge ve anımsanan bir anı olur. Sürekli anımsama bir yandan unutarak bastırma, yer değiştirme ve yüceltme olanağını kısıtlarken, bir yandan kaybın tümgüçlü bir biçimde kontrol edildiği yanılsamasını yaratır. Dövmenin anısal yönü kişisel tarih açısından bir bilgidir. Kaybedilen kişilerle ilgili dövmeler; ölümle gelen ayrılık, dokunamama ve görememe durumlarını deriye kazıma, dokunma ve görme haline dönüştürerek tersine çevirir, canlı tutar. Bu açıdan anı dövmeleri totem heykeline benzerler.

Dövmeli kişi bir duyguyla özdeşleşerek karşıya bir duygu aktarabilir (Dönmez, 2015). Erotik iletileri, cesaret, korku ve hüzünle ilgili duyguları yansıtan dövmeler vardır. Bazı dövmeler hayalleri ve ülküleri simgeler. Bir başkaldırının ya da kendini ispat etme çabasının sessiz ama gösterime yönelik sürekli bir ifadesi olabilirler (Salecl, 2003). T biçimli sütunlara işlenen hayvan figürleri korkulan hayvanlarla özdeşleşildiğini gösterir ve cesurluğu yansıtır. Sütunların görkemi, karşısında duran kişiyi etkiler. Korkuya egemen gelinerek vahşi bir hayvan gibi cesur olmak, belki de avcılar için ülküleştirilmiş bir haldi. Elbette bu cesaret, insanın av olabilme olasılığına karşı bir başkaldırı niteliğindeydi.

Dövme bir kimlik bilgisi olarak kullanılabilir. Özel dövmeler kişiyi ya da bağlı olduğu grubu belirleyebilirler. Bu açıdan grupla özdeşleşmeyi somutlaştırır. Irk ve cinsiyet gibi, değiştirilemez bir biçimde bir gruba aidiyeti belirleyebilir. Ama bunlardan farklı olarak kişinin kontrolünde yapılan bir bedensel değişikliktir. Bu tür bir dövme kullanımı kişinin isteği ile oluyorsa, arzulanan bir kimliğe bürünmeyi gösterir. Bu açıdan üzerinde bir hayvan dövmesi taşımak insanlar arasında özel bir gruba aidiyeti simgeleyebilir.

Boyanın sabitleşmesi gibi dövme; kişi için görünümü, kimliği, ülküleri, duyguları, bağlantıları ve anıları sabitler. İnsan medenileştikçe dövmenin yerini elbise ya da kolye, yüzük gibi takılabilir ve giyip çıkarılabilir eşyalar almıştır (Çoruhlu, 2015). Bu esneklik farklı kimlikleri taşıma olanağı vermiştir. Anımsama ve ait olma halini kişinin egemenliğine bırakırken değişiklik olanağı doğmuştur. Konuşmanın ve yazının gelişmesi, simgelerin ve resmin yanında yeni ifade araçlarını devreye sokmuştur. Bunlarla birlikte dövme, insana zor gelen konuların üstüne gidilerek konuşulmasını sağlayabilir.

Freud (1913), H. Spencer’ın totemcilikte adlandırmaya verdiği önemi vurgular. Adlandırmada hayvan adları kullanılmıştır. Hayvan adlarıyla birlikte dövmelerin özel bir yeri olabilir. Dövmeler adlandırmada yani kimin kim olduğunu tanımlamada kullanılmış olabilirler. Göbekli Tepe heykellerinde dövmelerin bir kaç işlevi bir arada kullanılmış olabilir. Bedenler üzerindeki hayvan figürleri, “aslanlı adam”daki gibi kişileri tanımlıyor olabilirler. Aynı zamanda “aslan gibi adam”daki gibi bu hayvanların cesareti, gücü vb. özellikleriyle özdeşleşme halini ifade ediyor olabilirler. Anısal nitelikli bir işlev de taşıyabilirler. Belki de bu dövmeler, “aslanı öldüren adam” gibi özel avlama ya da yakalama anılarını tanımlıyorlardı.

YASIN TETİKLEDİĞİ BAŞLANGIÇ: GÖBEKLİ TEPE

Göbekli Tepe’ye giderseniz içinizde saygı ve şaşkınlık hissedersiniz. 11.000 yıl öncesinin bu hayrete düşüren anıtları size, bunlara dokunulmaması ve bunların korunması gerektiği izlenimini verir. Nitekim Schmidt de tüm yapıların açığa çıkartılmamasını, bazılarının arkeolojinin daha çok gelişeceği ilerki yıllara bırakılmasını dilemiştir.

Tarihi yerler gibi ölüler de savunmasızdırlar ve eğer kişiye karşı bir düşmanlık yapılmak istenirse öldüğünde artık bu çok kolaylaşmıştır. Freud (1913), bu kolaylaşmanın dürtüleri uyarması nedeniyle ölüye dokunmanın tabulaştırıldığını öne sürer. Dürtüler ne kadar şiddetle uyarılırsa, tabu ondan daha güçlü bir biçimde yasaklayacaktır.

Sevilen bir kişinin ölümü yalnızca dürtüleri uyarmaz. Duyguları, düşünceleri de uyarır. Ölüme ve kayıplara verilen duygusal yanıtın yanında bu kayıpları anlama ve kabullenme sürecine yas tutmak denir. Sevilen kişilerin kaybında, bu kişilerin iç dünyadaki tasarımları ve dış dünyadaki varlıkları ile vedalaşılırken bir yandan da onların bazı özellikleriyle özdeşleşilir. Yas sırasında ölüm ve sonrası ile ilgili sorular canlanır. Bu süreçte gelişen içsel değişimle birlikte yaşama yeniden uyum sağlanır ve yeni ruhsal yatırımlar yapılır. Freud (1917), insanların bağlanabileceği başka bir nesne olsa bile belli bir libidinal yatırımdan isteyerek hiçbir zaman vazgeçmediklerini gözlemlemiştir. Yas yalnızca sevilenlerin ölmesiyle ortaya çıkmaz. Var olması istenen ama artık var olmayacağı anlaşılan her istek, durum ve nesne bir yas tepkisi yaratabilir. Yas tutmak genel olarak garip karşılanmaz. Bazen gerçeklikten uzaklaşsa da yas tutan kişinin durumu çevresince anlayışla karşılanır, çünkü yas tepkisinin bir açıklaması vardır. Freud’un (1917) bir diğer gözlemi de, sevilen kişinin yitirilmesinin sevgi ilişkilerindeki çifte değerliliğin açığa çıkması için kusursuz bir fırsat olduğudur. Kaybın ardından gelişen duygu ve düşüncelerin kişiyi rahatsız edecek, yaşamını ve ilişkilerini bozacak düzeye gelmesine patolojik yas denir. Kayba bağlı gelişen üzüntü, öfke, acı, suçluluk gibi duyguların ya da boşluk, anlamsızlık hislerinin şiddetli yaşanması yası karmaşıklaştırabilir. Yasın toplumsal olarak beklenenden uzun sürmesi ve süreğenleşmesi de yas tutma sürecini patolojikleştirir. Ölüm, ölene bir daha dokunma ve sarılma olanağını insanın elinden alır. Freud (1913), ölenin bedenine dokunmak gibi adını anmanın da tabu olabildiğini yazar. Yas tutmakta zorlanan bazı hastalarda ölenin adının anılmadığını, mezarına gidilmediğini, anımsatacak eşyaların uzaklaştırıldığını görürüz. Patolojik yasın bu görünümünde yas tutma çalışması ilerlemez, ölenin kaybedilişi yadsınır. 

Canlı kalanlar için ölüler tarafından bir terk ediliş ve yalnız bırakılış hali vardır. Bu açıdan ölen kişi, geride kalanları yalnız bırakarak kötü bir iş yapmıştır. Ölen kişiye önceden yapılan libidinal yatırım boşta kalmıştır. Yas tutanların “Beni nasıl bıraktın?” serzenişlerinde bunu duyarız. Bazı yaslı kişilerin ise yaşama devam etmekteki zorluklarına şahit oluruz. Sevdikleri öldüğü halde kendilerinin yaşaması; bencillik, umursamazlık, ölene karşı suçluluk gibi olumsuz duygular hissettirir. Böyle olumsuz duygular, ölen kişinin anımsanmasını ve hakkında konuşulmasını engelleyebilir. Yaşamanın suçluluğu, ölen kişi için bir şeyler yapmaya güdüleyebilir. Böyle kişilerin bazıları yaşamlarını dondurur ve evlerini bir müzeye dönüştürürler. Bu donmuş yas, ölen kişinin eşyalarını tabuya dönüştürür. Bazen tüm eşyaları öldüğü anki haliyle saklanır; bazen sanki hala yaşıyormuşçasına eşyaları yıkanır, temizlenir, düzenli tutulur. Bu açıdan totem heykel, ölenin ölmediğini, yaşlanmadığını ve öldüğü anki gibi kaldığını kanıtlayan bir dondurma işlemine benzer.

Totem heykel animizmin göstergesidir ve Freud’un (1913) vurguladığı gibi insanın ölümle karşılaşmasından türemiş olabilir. İnsan topluluğunun, liderinin kaybı karşısında yaşadığı şok, ölümünün inkarına giderek liderin totem heykelinin yapılmasına neden olmuş olabilir. Büyüdeki kuklanın kişinin yerine geçmesi gibi, heykel de kaybedilen kişinin yerine geçebilir. Totem heykele, yemek, su, adak vererek heykel kaybedilen kişinin ruhunu taşıyormuş gibi davranılabilir. Totem heykelin heybeti ve sanatsallığı, liderin büyüsel gücünün varlığının sürdüğü yanılsamasının yaşanmasına olanak verir. Göbekli Tepe’deki totem heykellerin üzerinde, zehirleriyle insanları ve hayvanları büyüleyen akreplerin, örümceklerin ve yılanların tasvirleri çok kullanılmıştır. Heykellerin bir ölü gibi yatık değil de uyanık bir insan gibi dik durmaları, büyüleyiciliklerini artırırken ölümün başka bir biçimde yadsınmasını kolaylaştırır.

Kişi ya da nesne, algılama alanından çıktığında, artık ancak onun “ruhu” anımsanabilir. Ölüm sonrasında ya da kişi yaşarken gerçekleşen ayrılıklarda ve düşlerde, kişi, algılama alanından çıksa da anımsanır ya da düşte görülür. Yas tutan insanların kaybettikleri kişiyi bilinçdışında nasıl algıladıkları düşleri ile ifade bulur. Ölen kişinin yokluğu hala katlanılamaz düzeydeyse ve yaşaması arzulanıyorsa düşlerde canlıymış ve düşü gören kişinin yaşamındaymış gibi görülür. Böyle düşler, kaybedilen kişi ile bağlantının sürdüğüne ve ruhunun ziyaret ettiğine dair yorumlara yol açar. Yastaki bazı insanlar ölen yakınlarını görebilmek için uyurlar. Totem heykel bu açıdan ölmüş lideri yeniden algı alanına sokar. Böylelikle öleni, düşlerde değil totem heykelini ziyaret ederek görmek ve anmak mümkün olur. Göbekli Tepe’deki taş heykellerin böyle bir rolü olmuş olabilir. Burası kaybedilmiş önemli liderlerin heykellerinin binalarda sütun olarak kullanıldığı özel yapılar gibidir. Bir “karyatid”e (Yunan klasik mimarisinde tapınak çatısını taşıyan uzun giysili kadın heykeli biçimindeki sütunlara verilen isimdir. En güzel örnekleri Akropol’deki Erechtheion Tapınağı’nda bulunur. Atina şehrinin kurucusu olduğuna inanılan Erechtheus için yapılmıştır. “Karyatid”lerin erkek heykeli şeklinde olanlarına “atlant” denir.) ya da “atlant”a benzeyen bu heykeller, binanın kalıcılaşmasında sağlam birer direk (Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğü’ne göre dilimizde “evin direği” tanımı saygın, değerli, önde gelen kimseler için kullanılır.) olma görevini üstlenmişlerdir.

Göbekli Tepe sakinlerinin ölülerini gömmeme olasılığı olsa bile, onları anma zorunluluğu anıtlar yaratmıştır. Böylelikle annesinden uzaklaştığında onu tekrar görmek isteyen çocuk gibi, anıtlara giden insanlar da liderlerinin heykellerini görerek onların yaşamış olduklarını yeniden anımsayabilirlerdi. Freud’un (1920) bir çocukta gözlemlediği makara gitti-burada oyunundaki gibi, ölen kişi gitmiş olsa da, totem heykeller kaybedilenlerin hala burada olduğu ve istenildiği zaman anımsanabileceği yanılsamasına izin verebilirler. Peki ama, bu anıtlar neden bu kadar büyük boyutlarda yapılmıştır?

Bunun bir yanıtı anne-baba ve çocuk ilişkisindeki fiziksel oranda bulunabilir. Göbekli Tepe’deki binaların ortasında diğerlerinden daha büyük boyda olan iki T biçimli heykel sütun vardır. Ortadaki heykellerin boyutu 4-5,5 metredir ve ortalama insan boyunun iki-üç katıdır. Bu yükselikteki bir heykelin yanına gelen insan bir babanın yanındaki çocuk boyutunda kalmaktadır. Bu boyutsal fark, binaya giren kişide bir büyülenme ve ruhsal gerileme yoluyla çocuksulaşma yaratabilir.

Çocukların annelerinin yokluklarına geçiş nesneleri ile nasıl katlandıklarını Winnicott (1971) açıklamıştır. Geçiş nesneleri çocuğun iç ve dış dünya ayrımını geliştirmesini de sağlar. Göbekli Tepe’deki heykeller insanoğlunun ölüm ve yaşam arasındaki ayrımı ruhsallaştırmaya başlamasındaki önemli bir kanıt niteliğindedirler. Geçiş nesnesi çocuğun, bir nesneyi annesinin yerine koyarak yalnız kalma kapasitesini artırmasına yardımcı olur. İnsanların, lider atalarının yerine anıt heykeller dikerek, ataları olmadan grup olarak kalabilme kapasitelerini artırmaya çalıştıklarını düşünebiliriz. Anıt heykel ne kadar büyük ve kalıcı olursa; grubun büyüklüğüne, birbirine bağlılığına ve kuşaklar boyu kalıcılığına dair güçlü bir izlenim yaratacaktır. Ölümün yarattığı narsisistik yaralanma hem yüce bir anıt inşasıyla hem de grubun birlikteliğiyle onarılmaya çalışılmış olabilir.

Totem ve Tabu’da Freud (1913), ensestiyöz arzu ne kadar tehlikeli gözükürse tabunun o kadar güçlü olduğunu ve ülküleştirme ne kadar fazlaysa öldürme arzusunun o kadar fazla olduğunu vurgular. Toplumu zorluklardan kurtarmış bir lideri düşünürsek, bu kişi yaşamında kendisine yönelen saldırganlıkları bastırabilmiş ve yandaşlarıyla güçlü bir birlik kurabilmiş olmalıdır. Böyle bir birlik, öldürme ve yok etme arzusunu en çok bastıranlar, inkar edenler ya da bu isteği dış düşmanlara karşı yer değiştirerek yansıtanlar arasında kurulduğundan, liderin ölümüyle birlikte böyle bir grubun yası başlayacaktır. Eğer liderin yandaşları etkinliklerini sürdürüyor ise, ölen lidere yönelik saldırganlık yine aynı muameleye maruz kalırken, onun aleyhine konuşmak daha kolay olacağından ülküleştirilme ihtiyacı da artacaktır. Bu ülküleştirmenin ve ona ne kadar sadık olunduğunu göstermenin en iyi yolu büyük bir anıt yapma işine girişmektir. Yapılacak anıt ne kadar büyük ise, ona duyulan sevgi ve bağlılığın kanıtı da o kadar büyük olacaktır.

Annesine bağımlı bir çocuğun annesinden ayrı kalması onda nasıl bir korku yaratıyorsa, topluluğunu bir yok oluştan kurtarmış liderin yokluğu da toplulukta o kadar büyük bir korku yaratabilir. Kurucu ve yapılandırıcı liderlerin yokluğunda toplumların uğradığı dağınıklık, yoksulluk, yıkım ve acı, liderleri toplum için varoluşsal bir zorunluluk haline getirir. Bu durumun ne kadar yaşamsal olduğunu günümüz dünyası açık bir biçimde bize göstermektedir. Liderin kurtardığı zorluk ne kadar kötü ise, liderin büyüklüğüne duyulan inanç o kadar güçlü olacaktır.

Ölülerle ilgili tabu bölümüne Freud (1913), “Ölülerin kudretli hükümdarlar olduklarını biliyoruz, ama belki onların düşman olarak algılandığını öğrenmek şaşırtıcı olacaktır.” cümlesiyle başlar. Ölülere dokunmanın bir hastalık bulaşmışçasına muamele gördüğünü anlatır. Ölümle birlikte ölünün savunmasızlığı artar ama eğer ruhunun var olmaya devam ettiğine inanılıyorsa artık bedenden ayrılmıştır ve ne yapacağı belli değildir. Bu durumda artık ona ruh atfeden canlılar da savunmasızdırlar.

Ölen kişi ile ilgili suçluluklar ve yerine getirilememiş sorumluluklar, yas tutma sürecinin patolojik bir yöne gitmesine neden olabilir. Bu suçluluğun kaynağını Freud (1913), insandaki öldürme arzusunda arar. Suçluluk duygusunun içinde korkuyla ilgili çok şey olduğunu belirtir. Ölülerle ilgili tabularda hem sevgi hem öldürme isteği biçimindeki çifte-değerliliğin sık görüldüğünü yazar. Ölüye karşı hissedilen düşmancıl duyguların ona yansıtılması, ölünün ruhundan korkmaya dönüşmektedir.

“En çok sevilenler daha sonra nasıl kötü ruhlara dönüşüyor?” sorusu, “Sevilenlerden korkulamaz mı?” sorusunu akla getirir ve insanı yine çifte-değerliliğe götürür. Nesnelerin ruhu olduğu inancının, yani animizmin gelişmesi kötü ve iyi ruh kavramlarını gündeme getirir. İyi ruhlar korurken kötü ruhlar korkutur. Zorluklardan, düşmanlardan ve yırtıcı hayvanlardan koruyan yüce lider yaşarken dürtülerinin kontrolü onun elindedir, ama öldüğünde ve ruhu serbest kaldığında kontrol nasıl sağlanabilir? Hele de bu liderin, başkalarına yaptığı kötülükler ve acımasızlığı biliniyorken. Bu özellikler, topluluğuyla kaynaşmış ve ölmüş bir liderin ruhuna kötü tasarımların boşaltılmasını kolaylaştırabilir. Güçlü ve etkili bir liderin totem heykelini yapmak bu soruna bir çözüm getirebilir. Ne kadar büyük bir heykel olursa o kadar yerinde sabit olacak ve ruhunun yapacağı kötülüklerden korunulabilecektir. Bir diğer çözüm de gömmektir ki, Piramitler ya da höyük mezarlar ile liderlerin cesetlerinin üzerine yapılan büyük yığıntı kötüleşebilecek ruhu hapsetme çabalarını akla getirir.

Freud (1913), yas tutularak kötü ruh korkusunun azaldığını ve bunun yerini ölüye saygının ve ondan yardım istemenin aldığını söyler. Klein (1940) ise, ölüden kötülük görme korkuları sakinleştikten sonra yasın başlayabildiğini belirtir. Ölüden kötülük görme korkularını paranoid-şizoid konumla ilişkilendirir. Kayıplarda kaybedilene yönelik öfke ve nefretin, hüznü ketlediğini ve bir kısırlık yaratarak üretime, sevgiye ve yasın evrilmesine izin vermediğini anlatır. Oral ve anal sadistik dürtüleri ruhsallığı ketlemeden yasa dönüştürebilme çabalarını Göbekli Tepe’deki totem heykellerin görkeminde ve üzerlerindeki hayvan tasvirlerinde görmekteyiz. Sevginin ve hayranlığın üstün gelmesiyle ve nesneye yapılan libidinal yatırımın sürdürülebilmesiyle anıtsallaştırılan kayıplar, törensel anma toplantıları için binalar yapılmasını sağlamıştır.

Paranoid-şizoid konuma gerileme kendilik ve nesne tasarımlarının ayrımını bozar. Ölen kişi ile o yaşarken ya da ölümünün getirdiği psikolojik gerileme ile yaşanabilecek kaynaşma hali, onun kaybının yadsınmasına ve ölümünden sonra manik bir tepkinin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Böyle manik tepkileri, sevdiklerini kaybettikten sonra yaşam enerjileri artan, coşkuyla yaşama sarılan, ölüm hiç yaşanmamış gibi, hatta tam tersi bir canlılıkla yaşayan kişilerde görürüz. Bu manik tepkinin iki sebebi olabilir. Birincisi ölen kişi ile ruhsal kaynaşıklığın getirdiği paranoid korkular. Bu korkular, ölen kişinin her an her yerde olabileceğini hissettirir. Ölen kişi iyi olarak anımsandığında, koruyucu bir melek gibi kişinin yanında olduğu hissedilir. Kötü olarak anımsandığında ise, kötü bir ruh olarak her türlü kötülüğü yapabileceği korkusu oluşur. Bundan kaçamamak korkuyu delirtici boyutlara çıkartabilir. Kişinin ruhsal kaynaşıklığının getirdiği iyilik ve kötülük hali, hissedilen duygulara göre hızla değişebilir. Yanstımalı özdeşleşme gibi ilkel savunmaları devreye sokan bu durum, kişinin kendi içinde hissettiği öfke ve nefret aracılığıyla ölen kişinin ruhunu kötü ruha dönüştürür. Klein (1940), yas tutamamada ve kayba karşı manik tepkiler vermede ölene karşı duyulan öfke ve nefretin etkili olduğunu belirtmiştir. Manik tepkilerin ikinci sebebi; kaybın yarattığı acı, yalnızlık hissi, üzüntü, suçluluk gibi duygulardan korkmanın getirdiği kaçıştır (Kogan, 2011). Manik tepkiler aracılığıyla, ölümün getirdiği acı ve dayanılmaz duygulardan yaşamın getirdiği coşkuya kaçılır.

Tarih boyunca insanlar, paranoyanın getirdiği kötülük görme korkularını manik coşku ile birleştirerek devasa anıtlar ve mezarlar inşa etmişlerdir. Toplulukla birlikte yaşanan manik coşku ile inşa edilen inanılmaz eserler, bu coşkuyu yaşamayanlar ya da bilmeyenlerde hayranlık uyandırırlar. Duyulan hayranlığın etkisi ile bu eserler, insanüstü varlıkların yaptığı mezarlar ya da anıtlar olarak bile görülürler. Piramitlerin nasıl yapılabildiği tam anlaşılamazken, 11.000 yıl önce yalnızca ağaçlar, taşlar ve insan gücü kullanılarak nasıl 6 metre yüksekliğinde ve 20 ton ağırlığında heykeller dikilebildiğini anlayabilmek gerçekten zordur. Ama nasıl yapıldıysa yapılsın, atalarımız ölülere dair paranoid korkuları ve kaybın getirdiği manik coşkuyu çalışmaya, planlamaya ve sanata aktarmayı başarmışlardır. Bu aktarım sayesinde bir tarih ve geçmiş anlayışı oluşabilmiştir.

SONUÇ

Göbekli Tepe bize, avcı-av yani saldırgan-kurban ilişkisinin simgeler ve sanat eşliğinde ruhsallaştırılmasının evrilişini resmeder. Avcı-av ilişkisindeki saldırganlığın yüceltilmesi, toplumda saldırganlık yerine bilgiye ve yeteneğe dayalı hiyerarşik bir düzen oluşturmuştur. Bu tür büyük bir anıtsal yapı, ancak böyle bir toplulukla yapılabilir. İnsan-hayvan ilişkisindeki saldırganlığın yüceltilmesi ise, Göbekli Tepe’deki gibi yalnızca yabani hayvanları avlayarak beslenmenin değişmesine neden olmuş olabilir. Göbekli Tepe’den sonra; koyun, keçi, inek gibi hayvanlar evcilleştirilerek beslenmeye başlanmış ve avlanmak yerine bunlar kesilerek beslenme kontrol altına alınmıştır. Her iki süreçte de; saldırganlığa sevgi, emek ve bakım katılmıştır. Bu geçişte; dövme, resim ve heykel gibi somutlaştırıcı, anılaştırıcı ve üzerine konuşulabilir sanatsal yapıların oluşturulması önemli bir aşamayı gösterebilir.

Freud (1915), benlik oluşumunu özetlerken öncelikle ebeveyn tasarımlarının üstbenlik olarak içe atıldığını, sonrasında ebeveynlerle ve diğer önemli figürlerle özdeşleşmenin sürdüğünü ve buna terk edilen nesne ilişkilerinin kalıntılarının eklendiğini belirtir. Ailede ve ebeveynlerde üstbenliğin gelişebilmesi için toplumsal bir üstbenliğin varlığına gereksinim vardır. Göbekli Tepe, toplumsal bir üstbenliğin medeniyetin başlarında oluştuğunu gösterir. Göbekli Tepe’deki tasvirler, benlik gelişiminde hayvanlarla kurulan özdeşleşmelerin önemini gün yüzüne çıkarmıştır. Öldüren ve öldürülen ilişkisindeki saldırganlığa ve korkuya sanatla egemen olmak ve bunları ifade edebilecek yollar bulmak, nesnelerin içe atılmasından sonra daha derin bir özdeşleşmenin ortaya çıkmasını sağlamış olabilir. Terk edilen nesne ilişkilerinin getirdiği acı dolu yasın şok ve yadsıma içeren manik aşamasının sanata ve simgeleştirmeye dökülmesi, Göbekli Tepe’deki gibi yapıların ortaya çıkmasıyla mümkündür. Mühendislik ve sanat içeren yapılandırıcı bir çalışmayla anıların ve anıtların oluşmasının ardından, medeniyetin ilerlediğini düşünebiliriz. Liderlerinin heykellerini sütun olarak kullanıp üzerilerine örttükleri çatılar ile toplanma binaları inşa eden atalarımız gibi, benliğimizi hala ebeveynlerimizin, sevdiklerimizin ve kaybettiklerimizin tasarımları üzerine bina ediyoruz. Bu yüzden arkeolojik kazıların psikanalizin insan ruhsallığında yaptığı kazılarla taşıdığı paralellik, bizi iki bilimin bir arada olma zorunluluğu ile karşılaştırmaktadır.

 

KAYNAKÇA:

Aksüt Dönmez, D. (2015) “Tendeki Desen: Dövme”, National Geographic Dergisi, Doğuş Yayın Grubu, İstanbul, 167:54-55.

Boric, D. (2013) “Theater of predation: Beneath the skin of Göbekli Tepe images”, Relational Archaeologies: Humans, Animals, Things Ed. Christopher Watts, Routledge, Londra ve New York.

Curry, A. (2008) “Gobekli Tepe: The World’s First Temple?”, Smithsonian Magazine, Smithsonian Institution, Washington, Kasım 2008.

Çoruhlu, Y. (2015) “Tendeki Desen: Dövme”, National Geographic Dergisi, Doğuş Yayın Grubu, İstanbul, 167:34-53.

Fagan, B. M. Durrani, N. (2014) In the Beginning: An Introduction to Archaeology, Routledge, Londra ve New York.

Freud, S. (1913) Totem ve Tabu, Çev. Akın Kanat, İlya Yayınları, İzmir, 2003.

Freud, S. (1915) “Instincts and their Vicissitudes”, The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XIV (1914-1916), Hogarth Press, London.

Freud S. (1917) “Yas and Melankoli” Çev. R. Uslu ve O. Berksun, Kriz Dergisi S:2, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yayınları, 1993.

Freud, S. (1920) Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, Çev. Ali Nahit Babaoğlu, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2001.

Kogan, I. (2011) Yas Tutmama Mücadelesi, Çev. Serhat Yücel ve Ali Algın Köşkdere, Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Yayınları, İzmir, 2011.

Luckert, K., (2016) Göbekli Tepe: Avcılıktan Evcilleştirme, Savaş ve Uygarlığa Dek Taşçağında Kültür ve Din Üzerine Gözlemler, Alfa, İstanbul.

Klein, M. (1940) “Mourning and Its Relation to Manic-Depressive States”, Essential Papers on Object Loss, Ed. Rita V. Frankiel, New York University Press, New York, 1994.

Notroff, J. Dietrich O. and Schmidt K. (2016) “Gathering of the dead? The Early Neolithic sanctuaries of Göbekli Tepe, Southeastern Turkey”, Death Rituals and Social Order in the Ancient World: Death Shall Have No Dominion, Ed. Renfrew, C., Boyd, M. J., Morley I., Cambridge University Press, New York.

M'Lennan, F. (1869-1870) “The Worshıp of Animals and Plants”, Fortnightly Review, vol. 6 and vol. 7.

Quinodoz, J. (2004) Freud’u Okumak: Freud’un Eserlerinin Kronolojik Olarak Keşfi, Çev. Kolbay B., Soysal Ö., Bağlam Yayınları, İstanbul, 2016.

Salecl R. (2003) “Cut in the body: From clitoridectomy to body art”, Thinking Through Skin, Ed. Ahmed, S., Stacey, J. Routledge, Londra ve New York.

Schmidt, K. (2012) “Taş Devrinin Tapınakları”, 1. Göbekli Tepe Sempozyumu, Şanlıurfa, www.gobeklitepe.info.

Winnicott, D. (1971) Oyun ve Gerçeklik, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2007.